18.03.2023
Schliesse mir die Augen beide mit den lieben Händen zu!
Geht doch alles, was ich leide, unter deiner Hand zur Ruh.
Und wie leise sich der Schmerz
Well' um Welle schlafen leget,
Wie der letzte Schlag sich reget,
Füllest du mein ganzes Herz.
Sevgili ellerinle gözlerimi kapat!
Ellerinin altında tüm acılarım huzur bulsun.
Ve acı ne kadar sessiz
Dalga üstüne dalga uykuya dalar,
Hayatın son vuruşu yaklaşırken,
Tüm kalbimi dolduruyorsun.
Schließe mir die Augen beide, Theodor Storm
Alman şair Theodor Storm, ölümü böyle anlatır 170 yıl önce. Storm'dan yarım asır sonra 15 yaşındaki genç ve umut dolu Berg, 1900'lerin Viyana'sında gelecekteki eşi için bu şiiri besteler. Daha sonra 1925'de eserin ikinci versiyonunu bestelediğinde ise, karşımıza bambaşka bir Berg çıkar. Sanatçı adeta kendisiyle yeniden tanışmıştır. Artık karşımızda kendini gerçekleştirmiş bir sanatçı vardır. Kendisiyle tanışmış olan Berg, bestelediği bu şiire de artık aynı gözle bakamıyordur. Zira ölüm kavramı da artık onun için değişmiş, hayatın gerçeği haline gelmiştir.
Eserin ilk versiyonunu dinlediğimizde, henüz daha çocuk olan bestecinin, ölümü anlatan bu şiir için seçmiş olduğu temaların ve armoninin ne kadar da naif ve ferah olduğunu fark ederiz. Bu sıcak melodiyle ölüm, yakın bir dost gibi karşılanır. 25 yıl sonra, Berg 40 yaşına geldiğinde, ölüm ve müzik onun için metamorfozunu tamamlamıştır. Eserin ikinci versiyonunda ölüm artık o kadar da tatlı gelmez. Ürpertici ve istenmeyendir artık. Ölümün bu yeni hali, Berg'in evrimleşmiş müziğindeki atonal renklerde can bulur. Notalar ölümden kaçarmışçasına birbiri ardına dizilir ve sonunda ölüm galip gelir.
20. yüzyıl ve Berg
20. yüzyıl, kaotik havasıyla dünya sahnesine hızlıca bir giriş yapmıştır. Yüzyılın ilk 10 yılı edebiyat, psikoloji ve görsel sanatlarda çok sayıda deneysel girişime sahne olur. Sanatçılar, içsel deneyimlerin tüm kapsamını -düşleri, önsezileri ve fantezileri- keşfedip betimlemek amacıyla sınırlı geleneksel temsil araçlarını aşmaya çalışır. Yüzyılın başlarında, bilimde ve sanatta, bugün halen üzerinde saatlerce kafa yorduğumuz fikir ve akımlar doğar. Ayak seslerini duyduğumuz savaş günleri kapıdayken, Avrupa her gün yeni çıkan sanat akımlarıyla kasıp kavrulur. Bir yandan psikolojinin tartışmalı karakteri Sigmund Freud ile psikanaliz üzerine ilk uluslararası kongre düzenlenirken, öte yandan Pablo Picasso'nun LesDemoiselles d'Avignon (Avignonlu Kızlar) isimli tablosuyla kübizm yükselir. 20. yüzyılı bir tablo olarak imgelersek, renklerin çeşitli tonlarının iç içe geçtiği, birbirinden farklı şekillerin dans ettiği ve ilk bakışta anlamsız gelen bir resimle karşılaşırız. Artık alışageldiğimiz düzen yıkılmaya başlanmıştır; fakat hemen sonra, bu resim öyle bütünleşir ki, adeta bize hayatı anlatır ve bizi eserin yaratıcısıyla tanışmaya davet eder.
Müzik de bu renkli dünyadan nasibini alır elbet. Tonal armoninin evriminden doğan atonalite yüzyıla damgasını vurur. Peki nedir bu atonalite? Teknik terimlere çok dalmadan anlatacak olursak, herhangi bir sesin diğerlerinden daha üstün tutulmamasıdır atonalite. Artık notalar arasındaki hiyerarşi yıkılmıştır. Örneğin geleneksel tonal armonide belirli örüntülerde birbirini takip eden sesler vardır. Hepimiz edebiyat derslerinden aruz ölçüsünü hatırlarız; uzun veya kısa, kapalı ya da açık hecelerin belli bir düzene göre sıralanarak ahengin sağlandığı bir sistemdir. İşte edebiyatta olduğu gibi müzikte de böyle bir düzen ve düzenin içinde bazı önemli dereceler vardır; dominant (dizinin 5. derecesi), tonik (dizinin 1. derecesi) gibi... Bu sesler bir takım koşullar altında bir araya gelir ve müzikal anlam kazanırlar. Atonalite ise bu koşulların esnetildiği, hatta yıkıldığı bir alandır. Geleneksel klasik tonalitenin armoni çevresinin dışına çıkan, Wagner'de kromatizm ile başlayan, Schönberg'de 12 ton müziğine uzanan bir yol… Geçmiş estetiğin tüm engelleri kırılmıştır.
Dönemin müziğine yön vermiş ve müzik tarihine İkinci Viyana Okulu olarak geçmiş, Arnold Schönberg, Alban Berg, Anton Webern’in arasından, belki de en romantik kalanıdır Berg… Biçimci-modernist analizcilerin bakış açısına göre, 12 tonlu kompozisyon yöntemini icat eden kişi Schönberg, ardından bu sistemin nükteli formülasyonlarıyla İkinci Dünya Savaşı sonrası "Total Serializm"i öngören ise Webern olur. Berg ise, biçimsel ustalık ve duygusal ifade arasında sunduğu sentezle, geçmişten geleceğe bir köprü kurar. O bir Romantik’tir, fakat asla geçmişte sıkışmış değildir. Schönberg'in besteleme yöntemi; belli bir düzeyde ahenksizlik içerir, bazı müzikseverin tahammül etmeye istekli olabileceğinden daha fazladır bu… Berg, bu akımın sağladığı türden müziğin uyumsuzluk düzeylerinin, serialistler arasında bile nasıl değişebileceğini ve karmaşıklığın iletişimsellikle nasıl bir arada var olabileceğini fark ettirir.
Karl Georg Büchner (1813-1837), Şehir Arşivleri Darmstadt
İlk beste denemeleriyle, alışılmadık bir yetenek ortaya çıkarır Berg. Üzerinde belirleyici etkisi olan Schönberg'den dersler alır. İkilinin arasında ilk andan itibaren yakın bir bağ kurulur. Mayıs 1914'te Büchner'in Wozzeck adlı dramasından bir opera bestelemeye karar verir. 11 Haziran 1924'te Frankfurt am Main'de konser versiyonunun dünya prömiyeri Berg'i dünyaca ünlü yapar. Wozzeck opera tarihinin kilometre taşlarından biri haline gelir. Berg bize eski moda, geleneksel olarak Romantik kompozisyonun dışavurumculuğunun ve son kalıntılarının eş anlamlı olmadığını öğretir. Dinleyicilerinin ses dünyasını kökten genişletir, muazzam teknik karmaşıklık ve hayranlık uyandıran müzikler yazar. Yine de en içteki duygularını müzik yoluyla aktarma ve dinleyicilerinde duygusal bir tepki uyandırma misyonundan vazgeçmeyi asla düşünmez.
Wozzeck poster, Hans Heinrich Palitzsch, 1974
Piyano Sonatı, Op. 1
Kendi damak zevkimden kısaca bahsetmek istersem; Berg’in Piyano Sonatı’nın yeri kalbimde ve parmaklarımda ayrı bir yere sahiptir. Sonat, tipik olarak 20. yüzyılın ilk 10 yılında Schönberg çevresindeki ikinci Viyana Okulu'nun üslup yaklaşımını temsil eder. Besteciler, geleneksel formlarla uğraştıkları bir dönemdedir. Tonalite görünür. Formsal bir plan olsa bile, son derece geniştir ve sınırlar esnektir. Tipik olarak piyanistik olan her şeyle tüm sonat, aşılmaması gereken polifonik-kontrpuantal bir alanda var olur. Eseri hayalimde canlandırmak istediğim vakit, birlikteliklerinin tahayyülü zor olan renk ve şekillerin ahenk içerisinde eridiği bir tablo belirir gözlerimin önünde. Berg, kâmil kulakları büyülü dünyasına davet eder...
Modernizmin sularına yelken açmış besteci, ölümüne dek müzik tarihine birbirinden değerli eserler kazandırır. İsmi, Arnold Schönberg ve Anton Webern ile beraber II.Viyana Ekolü kurucuları arasında geçer. Bu yeni ekolle müziğin yönü değişir. Bu değişim ilk başlarda sanatseverler tarafından çok hoş karşılanmasa da, tarih zaten buna aşinadır. Akımlar doğar, kurallar değişir, yıkılır ve yerini yeni akımlara bırakır. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” der Efesli filozof Herakleitos. M.Ö 500'lerden M.S 1900'lere gelindiğinde, tarih gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geçer. İnsan halen anlam arayışı içerisinde, yaşamın tuvaline sanatıyla yeni bir renk katmaktadır. Hayat kısa, sanat ise uzundur.