02.05.2023
Ulusal ve uluslararası opera dünyasına 25 yıldır hizmet veren, Andante, L'Opera, Prima Fila ve Rassegna Musicale Italian dergilerinin seçkin kalemleri arasında yer alan Yiğit Günsoy ile keyifli bir söyleşi yaptık.
Operayla dolu profesyonel yolcuğunuzda 25 yılı geride bıraktınız. Operayla tanışmanız nasıl oldu, bize biraz o günleri anlatabilir misiniz?
Evet, geriye dönüp bakınca 25 yılın nasıl geçtiğini anlamadım diyebilirim. Profesyonel anlamda reji asistanı olarak bir opera sahnesinde görev alıp daha sonra rejisörlük yaparak geçen 25 yıl. Ama operayla tanışmam 37 sene öncesine dayanıyor. İlk defa 1986 yılında İzmir Devlet Opera ve Balesi, Elhamra Sahnesi’nde, bir numaralı locada Madama Butterfly operasını seyretmiş ve uzun süre etkisinden kurtulamamıştım. Eve gelip opera plaklarımız arasından Madama Butterfly’ı bulup, tekrar tekrar dinlemiş, sonra da diğerlerini dinledikçe âdeta bir opera aşığı olmuştum. Türkiye’ye CD'lerin gelmeye başladığı dönemde evdeki plaklarda olmayan operaları CD olarak satın almaya ve 1989 itibariyle düzenli olarak operaya gitmeye başladım. Kulislere girip değerli opera solistleriyle tanıştım. Ayşe Tek Yenal, Aytül Büyüksaraç, Aydın Uştuk, Bülent Gökalp ilk o dönem tanıdığım ve hâlâ arkadaşlığımı sürdürdüğüm solistler arasındadır. Mesleki anlamda bana çok şey katan iki önemli kişiyle tanışmam ise beni geliştirdi. O dönem Sabahat Tekebaş İzmir’de hocalık yapıyordu. Onunla tanıştım, verdiği derslere katılıp bir kenarda dinlemeye başladım. Tüm ses tiplerine dair verdiği dersleri dinledim ve şan konusunda değerli bir bilgi birikimim oldu. Mesleki olarak bana büyük katkısı olan bir diğer kişi de Celasin Muşkara’dır. Yeni Asır gazetesindeki bir köşe yazısından geniş bir klasik müzik arşivi olduğunu öğrendim ve kendisini ziyaret ettim. Bana olağanüstü arşivini gösterdi, öğrenmem gereken kayıtları, opera tarihi için önemli şancıları tanıttı. O zaman 13 yaşında olduğumu düşünürsek yıllar boyu kendisinden opera repertuvarı bakımından ne çok şey öğrendiğimi tahmin edebilirsiniz. Ben de kendi arşivimi oluşturduğumda bu sefer kayıt değiş tokuşuna başlamıştık. Değerli yol göstericimin vefatına kadar sürdü bilgi alış verişimiz.
1994-1996 yılları arasında Radyoaktif için, 2005-2008 yılları arasında Açık Radyo için 200'ün üzerinde opera programı hazırladınız. Ayrıca sizin oldukça geniş bir müzik arşiviniz olduğunu biliyoruz. Koleksiyonunuza kattığınız ilk albüm dahil olmak üzere, arşiviniz yıllar içinde nasıl şekillendi ve şu an ne durumda?
Evet, opera arşivim sanıyorum meşhur oldu. Bunda Andante dergisinin de payı var. Geçen yıllardaki bir sayınızda bahsetmiştiniz arşivimden. Babamın plakları ve Celasin Muşkara’nın kasetlere çektiği (o zamanın teknolojisi) operaların haricinde ben de kendi CD'lerimi almaya başladım. Yurt dışına gidip geldikçe tüm paramı CD'lere yatırıyordum. Önce her operanın bir stüdyo bir de canlı kaydını toplamaya, ardından ilgimi çeken operaları veya opera sanatçılarının kayıtlarını toplamaya başladım. Koleksiyon 2000 komple operayı geçince yurt dışında bir grubun üyesi oldum. Bu grup sahneden çekilen, CD'ye basılmamış operaları sadece grup üyeleri arasında paylaşıyordu. Bu sayede kayıt sayım 3000’in üzerine çıktı. Koleksiyonum şu andaki büyük haline ulaşmadan önce radyo programları yapıp, hem bilgimi hem de opera kayıtlarımı ilgilenenlerle paylaşmak istedim. Sanırım programlarım beğenildi ki uzun soluklu oldular. Bir saatlik canlı yayınlarda operalardan bölümler harici mutlaka bir uvertür, bir koral bölüm, final parçası olan Napoliten şarkıdan bir önce de bir operet parçası çalıyordum. Çaldığım parçalar hakkında küçük anekdotlar ve bilgiler veriyordum. Geride kalan anılarımı sorunuz üzerine hatırlamak mutluluk verdi bana.
Bir başka eğitim alırken, opera dünyasına girişiniz nasıl oldu?
Bu konuyu bir arkadaşımla konuşurken ben “şans” demiştim, o ise “şans ancak hazır olanın yüzüne güler” demişti. 1997'de İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin o zamanki müdiresi Aytül Büyüksaraç bana La Boheme’i sahnelemek üzere Monte-Carlo Operası’nın müdür yardımcısı, rejisör Patricia Panton’un geleceğini bildirdi. Uçağının ineceği gün, onu karşılayacak olan kurum arabası arızalanmış, tatil günü olduğundan tamir veya koordinasyon kurulamamış, ben de kendisini karşılayıp oteline götürebileceğimi söyledim. Yolda uzun uzun sohbet ettik, daha sonra bir hafta sonu yeniden görüşüp opera üzerine sohbet ettik. Prömiyerden sonraki gün, İzmir’den ayrılmadan önce, operadan iyi anlayan ve dil bilen bir asistana ihtiyacı olduğunu, opera üzerine bu denli bilgi sahibi ve opera sevgisi tutkuya dönüşmüş birinin bu alanda çalışmıyor olmasının kabul edilemez olduğunu söyledi. Ben de kabul ettim bu teklifi. Şubat 1998'de henüz 21 yaşında Marsilya Operası’nda Roberto Devereux operasında reji asistanı oldum. Daha sonra altı yıl boyunca İtalya, Fransa ve İsviçre’de beraber opera sahneledik. O dönem opera dünyasının tüm büyük isimlerinin vergi sebebiyle Monte-Carlo’da evleri vardı. Franco Corelli, Ghena Dimitrova, Roberto Alagna, Angela Gheorghiu, Franco Bonisolli, Ileana Cotrubaş, Renato Bruson, Giorgio Merighi, Joan Sutherland, Richard Bonynge, Thomas Hampson, Leo Nucci, Bonaldo Giaiotti gibi efsane isimlerle sık sık buluşup, sohbet edip yemekler yedik. Bunlar hiçbir zaman unutamayacağım anılar ve beni müthiş zenginleştiren sohbetler oldu. Daha sonra opera müdürleri beni tanıdıkça kendi operaları için eleştiriler yazmamı istediler. Viyana, Marsilya, Montpellier, Nice, Torino, Riga eleştiri yazdığım operalardan ilk aklıma gelenler. Eleştirilerimi okuyanlar da daha sonraları beni şan yarışmalarına jüri üyesi olarak davet ettiler. Dolu dolu geçen 6-7 sene oldu.
Yiğit Günsoy ve Franco Corelli
Yiğit Günsoy ve Ghena Dimitrova, Monte-Carlo
Kathleen Casello, Roberto Devereux prova, Marseille, ilk asistanlık
Yiğit Günsoy ve Nicolai Ghiaurov
Yurt dışında Patricia Panton, Vincenzo Grisostomi, Flavio Trevisan, Charles Roubaud gibi reji konusunda önemli isimlerle birlikte çalıştınız. Lecce'de Macbeth, Marsilya'da Faust ve Roberto Devereux, İsviçre Avenches Festivali'nde Rigoletto reji asistanlığı yaptığınız eserlerden bazıları. Bize biraz o günlerden bahseder misiniz? Bugün dönüp baktığınızda yurt dışı tecrübeleriniz size ne anlam ifade ediyor?
Az önce dediğim gibi o dönem paha biçilmez bir dönemdi benim için, CD'lerden dinleyip hayran olduğunuz kişilerle evlerinde aynı sofraya oturmak, beraber alışverişe çıkmak, fakat en önemlisi onların anılarını ve opera üzerine olan düşüncelerini dinlemek müthiş bir birikim oldu benim için. Bu tecrübeyi, bilgiyi adını siz koyun başka hiçbir şekilde elde edemezsiniz. Macbeth operasında Renato Bruson ve Francesca Patane ile çalışmak ve bu iki dev isimle dört hafta boyunca her gün altı saat prova yapıp aynı otelde kalmak, Macbeth operası üzerine ne kadar çok fikir kattı bana siz tahmin edin. Rejisör olarak iki şey aklıma kazındı. Birincisi efsanevi şef Richard Bonynge ile olan konuşmamızda bana söyledikleri, ki bu cümleleri bana Madama Butterfly operasını sahnelemeden önce yazdığı iyi dilekler kartında da yinelemiştir, “Always respect both the composer and the librettist” (Daima besteci ve librettiste saygı göster) sözü. Bu mottodan asla ayrılmadım ve bir rejisörün temel görevinin besteci ve librettiste hizmet etmek olduğunu düşündüm. Bizler, o muhteşem yaratıcıların eserlerini en iyi şekilde halka sunmak zorunda olan bir nevi hizmetkârlarız. Tıpkı Adriana Lecouvreur operasındaki Adriana’nın ilk aryasında dediği gibi “Io son l’umile ancella del genio creator” (Ben, o dâhi yaratıcıların, mütevazı bir hizmetçisiyim). İkincisi ise, 1997'de Viyana Operası'nda katıldığım bir provada duyduğum bir sözdü. Efsanevi rejisör August Everding, Thomas Hampson, Edita Gruberova ve Bruno Pratico ile beraber Linda di Chamounix operasını prova ediyordu. Linda ve Boisfleury düeti bitince reji gereği, Boisfleury kapıdan çıkıyor, Linda ise yandaki odaya giriyordu. Sonraki sahne için Linda’nın tekrar içeri girmesi gerekliydi. Everding bir an durdu ve Gruberova’ya “Tekrar içeri girmen için bir sebep olması lazım, bir sebep bulalım, tamam, odaya tekrar geri döneceksin ve düet esnasında çıkarıp sehpaya koyacağın bileziği arayıp bulacak ve koluna takacaksın” dedi. Sözleri bitince o iri mavi gözleriyle göz göze geldik. O an bu söz zihnime kazındı, sahne üzerinde yapılacak her hareketin bir manası, öncesi ve anlamı olmalıydı. Reji yaparken bu özellikle dikkat ettiğim bir husus oldu. Solistlerime de bir hareketi neden yapmalarını istediğimi daima anlatmaya çalıştım. Bu sayede hem onların hareketi akıllarında tutmalarının daha kolaylaştığını hem de o hareketi yaparken daha doğal göründüklerini düşünüyorum.
Yiğit Günsoy, Roberto Alagna, Angela Gheorghiu ve John Mordler( Monte-Carlo Operası müdürü)
Yiğit Günsoy ve Mirella Freni
Yiğit Günsoy, Veriano Luchetti, Patricia Panton, Renato Bruson ve Mietta Sighele, Monte-Carlo
Peki, yurt dışındaki çalışmalarınızda sizin için özel önem taşıyan temsilleri ve unutulmaz anıları sorsam...
Yurt dışında birkaç yardım konserinde örneğin Fransa Menton’da sokak çocukları yararına yapılan bir konserde La Traviata’dan iki düeti ve Lucia di Lammermoor’un ilk perde aşk düetini sahneledim, henüz komple bir opera sahnelemedim. Anılar ise çok fazla hangi birini anlatsam bilemiyorum. Kathleen Cassello’ya Türkçe argo kelimeler öğretmem ve onun bu kelimeleri Marsilya’da şık bir restoranda yemek yerken garsonun önünde tekrarlayıp kahkahalarla gülmesi, Franco Corelli pasaportunu kaybettiği için karakola gittiğimizde polisin “Ne zaman pasaportunuzu kaybettiniz?” demesi üzerine “İki yıl önce, hemen mi bildirmem gerekiyordu?” demesi, Ileana Cotrubaş beni ilk defa evine davet ettiğinde sofradaki peçetelerin üzerinde ay şeklinde motiflerin olması ve “Sizin Türk olduğunuzu biliyorum, onun için bu peçeteleri seçtim, bayrağınızda da ay şekli var” demesi. Ghena Dimitrova’nın astrolojiye olan tutkusu ve el sıkıştığımız an doğum tarihimi sorup kütüphanesinden kocaman bir kitap alıp bu tarihi yorumlaması. Renato Bruson ile antikacıları gezmemiz. Giorgio Merighi’nin evinde yediğimiz o muhteşem yemekler ve gözümüzden yaş gelene kadar bizi güldürmesi…
İzleyicinin operaya yaklaşımı bağlamında Avrupa ve Türkiye arasında ilk aklınıza gelen farklar nelerdir ve bu farkları oluşturan sebepler hakkında neler söylemek istersiniz.
Yaşadığım tek bir olayı anlatırsam sanırım sorunuzu yanıtlamış olurum. Marsilya Operası’nda Faust operasını sahnelerken ikinci perdedeki meşhur kermes sahnesinde Bruegel’in bir tablosunu canlandırmayı düşündük. Ben bunu kimsenin fark etmeyeceğini söyledim. Tablonun en belirgin özelliği olan iki kişinin uzun bir tahta üzerinde ekmek taşımasını canlandırdık. Ertesi gün bir gazetede “İkinci perdenin açılışı âdeta bir Bruegel tablosu gibiydi” diye yazan bir köşe yazısı okuduk. Opera tüm sanatların bileşimidir, operayı takdir edebilmek için bütün sanat dallarından azami bir bilgi birikimine sahip olunması gerekir. O zaman operadan alınacak keyif âdeta bir volkan gibi patlayıp taşar. Tablo demişken Patricia Panton’un bir öğüdünü de paylaşmak isterim. “Kalabalık sahneler için daima ünlü ressamların kalabalıkların olduğu tablolarını incele, insanlar nasıl yerleştirilmiş ona dikkat et” demişti. Hakikaten çok doğru bir öğüt.
Türkiye'ye dönüş kararını nasıl verdiniz veya bu kararı almaya sizi sevk eden unsurlar neler oldu?
Türkiye’ye dönüşüm hayatımdaki bir çok şey gibi plansızdı, kendi kendine olup bitti. Yurt dışında uzun süre bulunup, bambaşka bir alana kanalize olmuşken okumakta olduğum Ege Üniversitesi İngilizce Kimya Mühendisliği bölümünden neredeyse atılma sınırına geldim. Mezun olabilmek için tüm teklifleri reddettim, ki bunların içinde en çok beni üzen Miami Operası’ndaki Don Giovanni’dir. Operanın şefi Julius Rudel’di ve kendisiyle sohbet etmeyi çok isterdim. Daha sonra üniversiteden mezun oldum, sekiz aylık askerlik görevi derken ben iki yıl Avrupa’dan uzak kalmış oldum. Bir kez daha sevgili Aytül Büyüksaraç bana yardım elini uzattı, kendisi o dönem İstanbul Operası solisti olarak görev yapıyordu. Dönemin İstanbul Devlet Opera ve Balesi müdürüyle bir randevu ayarladı. Görüşmemiz sonrası yevmiyeli olarak İstanbul Operası’nda çalışmaya başladım. Sonra Samsun Opera ve Balesi kurulunca orada kadroya girdim. İki yıl sonra İzmir Devlet Opera ve Balesi sınav açınca reji asistanı olarak İzmir’de çalışmaya başladım. Sınavı açan ikinci müdürlüğünü yapan Aytül Büyüksaraç idi ve üçüncü kez opera hayatıma dokundu. İlk rejili konserlerimi güvenip bana veren de kendisidir. Hayat boyu gösterdiği destek ve yardım için kendisine müteşekkir kalacağım.
Andante için kaleme aldığınız yazılar; dergimiz arşivi ve okuyucularımız için oldukça kıymetli! Yoğun temponuz içinde ülkemizdeki tüm operaların opera-bale kitapçıklarına çevirileriniz ve özgün yazılarınızla da katkıda bulundunuz. İstanbul ve Samsun Devlet Opera ve Bale'sinin 50'den fazla kitapçığının yayın sorumlusu olarak görev yaptınız ve 21 opera eserinin Türkçe tercümesini yapıp çeşitli operalarda üst yazı olarak kullanılmasını ve kitapçıklarında yayınlanmasını sağladınız. Operaya olan tutkunuz günün birinde bir kitap olarak da meyve verecek mi?
Güzel sözlerinize teşekkür ederim. Yazmayı seviyorum, konuşmayı da seviyorum fakat yapı olarak kalıcı şeylere değer veriyorum. Arkadaşlarıma hâlâ yılbaşı kartı göndiyorum. Belki bu düşünce yapısında olduğum için yazıyorum. Bilgi paylaşılmazsa bence bir değeri yok ve bir konu üzerine yazarken, o konu haricinde en az beş ayrı konu hakkında da bilgi sahibi oluyorsunuz. Opera eserlerinin kitapçıkları çok önemlidir. İstanbul Opera ve Balesi için hazırladığım bazı kitapçıkları yüksek lisans hatta doktora tezi kaynakçası olarak gördüğüm zaman çok mutlu olmuştum. Kitapçık hazırlama konusunda da İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin dramaturgu Serdar Ongurlar ve Türkiye’nin en önemli rejisörlerinden Mehmet Ergüven’den çok şey öğrendiğimi söylemem gerek.
Opera librettosu tercümelerini seyirci için olduğu kadar sanatçılar için de yapıyorum. Fakat tercümelerimin hiç biri sanatsal değildir, çünkü birebir tercüme yapıyorum. Yani cümle devrikse devrik çeviriyorum, özellikle sanatçı için her bir kelimenin tam olarak o dildeki kelimeyle örtüşmesini istiyorum. Dilimizdeki özne, yüklem, fiil yapısı İngilizce, Fransızca veya İtalyancadaki gibi değil. Güzel ve akıcı bir tercüme yapıldığı zaman sıfatlar, isimler, fiiller birebir aynı sırada gitmiyor. Böyle bir tercüme yapıldığında solist sanatçı örneğin “güneş” kelimesinde başını gökyüzüne çevirmek istiyor olabilir, fakat çevirdiği yer orijinal lisandaki “ben” kelimesine denk gelebilir. Bu bir tercih meselesi, birebir orijinale sadık, fakat şiirsellikten uzak bir tercüme mi, yoksa çok daha akıcı, şiirsel fakat orijinalden uzaklaşılan yerlerin olması mı? Kitap düşüncesi aklımın bir kenarında hep var, sanırım biraz daha teşvik gerek, bu konudaki tembelliğimi üzerimden atmamı bekliyor. (Kahkahalar)
Madama Butterfly prova, İzmir
Türkiye'deki çalışmalarınıza baktığımızda uzun bir liste yapabiliriz. İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nde beş yıl, Samsun Devlet Opera ve Balesi'nde ise iki yıl dramaturg olarak görev yaptınız daha sonra İzmir Devlet opera ve Balesi’nde yedi yıl reji asistanı olarak çalıştıktan sonra rejisör unvanı aldınız. Samsun Devlet Opera ve Balesi’nde bir süre baş rejisör olarak çalıştınız. Opera dünyasının önemli eserlerini sahnelediniz. Bu sezon ise Le Nozze di Figaro ve La Boheme’i son olarak da Madama Butterfly'ı sahneye koydunuz. Dünyada en sık sahnelenen bu eser ve hazırlık süreci hakkında neler söylemek istersiniz. Ayrıca, ilk kez sahneye koyacağınız bir esere nasıl hazırlanıyorsunuz?
Dediğim gibi Madama Butterfly benim ilk seyrettiğim operaydı, yeri bende çok ayrıdır. Bu operayı sahnelerken aradaki 37 sene geldi gözümün önüne, ne çok şey geldi geçti diye düşündüm. İlk defa Antalya Devlet Opera ve Balesi için sahneye koymuştum Butterfly’ı. Beğenilmiş olacak ki önce Eskişehir Opera ve Bale Festivali'ne, daha sonra Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali’ne ve Uluslararası Efes Opera ve Bale Festivali’ne davet edildi. Bu sezonda da İzmir Devlet Opera ve Balesi tarafından sergilendi. İlk hafta provaları Elhamra Sahnesi'nde yaptık. İlk provada gözüm, ilk defa opera seyrettiğim bir numaralı locaya takıldı. Bir an düşündüm, o locadan bulunduğum sahne üzerine gelmek için ne çok çalıştım diye. Duygusal bir andı benim için.
Bir operaya hazırlanmam uzun sürüyor, hazırlık aşamasını asla sıkıştırmak, aceleye getirmek istemiyorum. Şansım, aşağı yukarı Türkiye’de sahnelenen veya sahnelenecek olan operaları müzikal ve konu olarak biliyor olmam. Bu bana epey zaman kazandırıyor. Örneğin Madama Butterfly üzerinden gidecek olursak, sahneleme teklifi aldığım bir operanın librettosunu tercüme etmekle başlıyorum işe. Tercümesi var olan bir opera bile olsa gene de tercüme ediyorum. Böylece librettodaki hiçbir detayı kaçırmıyorum. Bulabildiğim tüm kaynakları okuyor ve o eserin kökenini aldığı eserleri inceliyorum. Örneğin Puccini, operasını David Belasco’nun Madame Butterfly adlı tiyatro oyunundan almıştır, bu oyunun kökeni ise John Luther Long’un kısa hikayesi Madame Butterfly’dır. Fakat esasında bu hikayenin de kökeni Pierre Loti’nin Madame Chrysantheme oyunudur. Tüm kaynakları okumak rejiyi ve opera sahnesinde kurgulanacak olan karakterleri müthiş besliyor. Mesela Luther Long hikayesinde Pinkerton’un üniformasının mavi olduğu açık bir şekilde yazar. Opera librettosunda olmayan bu detayı sahneye taşımak bana müthiş mutluluk veriyor. Ayrıca Bir Geyşa’nın Anıları kitabını da okudum. Bu kitap Japon kültürü ve geyşa eğitimi konularında detaylar kazandırdı bana. Gerçek karakterleri konu alan bir opera olursa, o zaman tarih kitaplarına baş vuruyorum. Müziği çok iyi bilsem de defalarca dinliyorum, dinlerken de neler yapabileceğimi hayal ediyorum. Önce bunları not alıyor daha sonra tüm bu düşüncelerimi ve boş kalan araları nota üzerine hareket olarak aktarıyorum. Hangi akorla veya hangi sözle, hangi duyguyla hangi solist hangi hareketi yapar hepsini not alıyorum. Sonra defalarca üzerinden geçip unuttuğum bir şey var mı veya aynı hareket çok mu tekrarlandı, belirli bir müzikal arada bir yerden bir yere gitmek mümkün olur mu diye kontrol ediyorum. Ardından sahne provaları başlıyor.
Il Barbiere di Siviglia (Sevil Berberi), Samsun
Un Ballo in Maschera (Maskeli Balo), Mersin
La Cambiale di Matrimonio (Evlilik Senedi), Antalya
Madama Butterfly, Aspendos
Uluslararası şan yarışmalarına jüri üyesi olarak katıldığınızı biliyoruz. Şan yarışmaları konusunda fikirleriniz nelerdir? Jüri olarak, bir yarışmacıda dikkat ettiğiniz hususlara dair bilgi verebilir misiniz?
Şan yarışmaları bence çok önemli. Şancıların mümkün olduğunca çok yarışmaya katılması gerektiğine inanıyorum. Her şeyden önce sahne üzerinde, önemli ve işini bilen kişilere şarkı söyleme deneyimi kazandırır. İşimizin stresine alışmayı kolaylaştırır. Sonuç ne olursa olsun asla yılmamalı ve ödülü almak için değil, bu deneyimi kazanmak için katıldıklarını düşünmeli şancılar. Elbette bir de ödül kazanırlarsa ne mutlu… Her şan yarışmasındaki jürinin değerlendirme kriteri veya ihtiyaçları farklıdır, dereceye girememiş bir şancı asla “Ben kötüyüm, dereceye girenler iyi” diye düşünmemeli. Jüride olduğum zaman bir yarışmacıda dikkat ettiğim ilk şey repertuvar uyumu ve tutarlılığı. Ayrıca bana soranlara daima jüriye sunacakları liste içinde az bilinmiş iki arya olması gerektiğini söylerim. Her şeyden önce bu, yarışmacının çalışkan ve araştırmacı olduğunu gösterir. Sahne üzerindeki rahatlığı, söylediği aryanın sözlerini, atmosferini, karakteri bilmesi ve bunu küçük jestlerle de olsa jüriye yansıtması önemli. Telaffuz çok önemli. Giydikleri kıyafet, kadın yarışmacıların makyajı hatta saç rengi bile önemli. Tüm bunlar operayı ne kadar ciddiye aldıklarını gösterir. Opera sanatçılığı kolay bir iş değildir. Hayatınızın önemli bir kısmını bu işe vermeniz, büyük fedakârlıklarda bulunmanız gerekir. İçinizde büyük bir tutku varsa bu fedakârlıkları seve seve ve uzun yıllar boyunca yapabilirsiniz.
Sahnede bir opera eseri izlenirken; roller, rollerin temsil ettiği arketipler, eserin librettosunun kökünün dayandığı mitoloji bilinmez ise, esasında sahnede olup bitene şahit olunamayacağını düşünüyorum. Sadece izlenilen hikâye üzerinden bir kanıya varılabilir ve dinlenilen müzik üzerinden de ancak seslerin ölçümlemesi yapılabilir. Bu durumda ise; sahnedeki sanatsal fillin mimetik faaliyeti idrak edilemez. Bu fikrime katılır mısınız veya neler söylemek istersiniz?
Çok doğru, bu soru daha önce değindiğimiz izleyici farklılıkları konusunu çağrıştırdı. Opera komplike bir sanat, solisti, rejisörü, orkestra şefini özümsemek ve anlamak için belirli bir bilgi seviyesinin üzerinde olmak lazım. Bir opera sanatçısının nasıl rol yaptığını görebilirsiniz fakat o rolün ne olduğunu, kişinin hangi dönemde yaşadığını, milliyetini, sosyal statüsünü bilmezseniz değerlendirmeniz doğru olmayabilir. Örneğin Cavalleria Rusticana operasındaki Santuzza’yı, Donizetti’nin Anna Bolena operasındaki İngiltere kraliçesi Anna’dan çok farklı jestlerle, mimiklerle ve tavırla canlandırmanız lazım. Seyirci olarak sahne üzerindeki karakterin kim ve ne olduğunu bilmezseniz, ne olması gerektiğini de bilemezsiniz, böylece sanatçıyı yanlış veya eksik değerlendirebilirsiniz. Aynı şey rejisör için de geçerli, kullanılan bazı sembolleri, gölge ışık oyunlarını, librettodaki bir sözün yansıtılmasını veya o cümlenin alt manasını eseri incelemezseniz tam olarak kavrayamazsınız. Her opera ayrı bir ülkede, ayrı bir dönemde, ayrı sosyal statüdeki kişiler etrafında geçer. Elbette tüm bu farklılıkları en ince detayına kadar bilmek mümkün değildir. Fakat operayı tam anlamıyla takdir edip değerlendirebilmek için belirli bir genel kültür seviyesinin üzerinde olmanız gerekir. Ayrıca mutlaka konusunu, besteleniş aşamasını ve eserin özelliklerini okuyup temsillere gelinmesi bence şarttır. Daha önce bahsettiğimiz eser kitapçıkları işte tam olarak buna hizmet ediyordu. Dilerim yeniden operalarımızda kitapçık çıkartılmasına başlanır.
Peki, Serhan Bali ile tanışmanız nasıl oldu, biraz anlatır mısınız?
Serhan ile ilk defa İngiltere’de yayınlanan Maria Callas International Club sayesinde, sanırım 1994'te tanıştık. Maria Callas’a ithaf edilen bu kulübün kurucusu, yılda üç adet yayınlanan derginin arkasına her ülkedeki üyelerin adreslerini yazıyor, ayrıca mektup yoluyla yaşları yakın olan üyeleri birbirlerinden haberdar ediyordu. Bence harika bir sistem ve uygulamaydı bu. Ben birkaç yıl Türkiye’deki tek üyeydim, sonra bir sayının arkasında Serhan’ın isim ve adresini gördüm. Türkiye’den iki kişi olmuştuk! Birbirimize mektup yazdık, telefon numaraları alındı ve benim ilk İstanbul seyahatimde buluşup tanıştık. O gün bu gündür arkadaşlığımız hiç sekteye uğramadı, beraber çok keyifli sohbetler ettik. Bu sohbetleri NTV Radyo’ya taşıdık. Birkaç kez kendi radyo programına konuk aldı beni, ayrıca beraber seminerler verdik. Sonra da daveti üzerine Andante’de her ay düzenli olarak yazmaya başladım.
Keyifli sohbetimiz için çok teşekkür eder, Andante yaşadıkça yazılarınızı yayımlamaktan onur duyacağımızı bilmenizi isteriz. Sanat yolculuğunuzda nice güzel yıllara!
Ben teşekkür ederim.