20.09.2023
Değerli besteci-şef Orhan Öner Özcan, Aşık Veysel Sahne Kantatı’na dair detayları Andante okurları için kaleme aldı.
Aşık Veysel Sahne Kantatı’nın ilk kez seslendirildiği, Veysel’in ölümünün 50. yıl dönümü olan 21 Mart 2023 gecesi sonrası bir seyircimizin sosyal medyadaki bir afişimizin altına “Çok kötü bir eserdi çünkü Aşık Veysel’in tek bir türküsü bile yoktu” yorumuyla karşılaştığım an bu eserin istediğim çizgide bir çalışma olduğuna sevinirken popülist ezber kültürünün yaygınlaşıp bu kadar cesaret kazanmış olmasına da biraz içerlemiştim. Bu eserin orijinal metinlerinin ve Veysel türkülerinden esinlenerek oluşturduğu librettoların yaratıcısı olan Murat Göksu aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Şan Bölümü’nde okuduğum yıllarda benim sahne hocamdı. Bizler İtalyanca vb. yabancı dillerde aryalar söylerken sözlerde yanlışlık yapabiliyoruz. Murat Hoca’dan hiç kaçmayan bu yanlışlıklar karşısında bir gün “ne olacak ki yüzlerce seyirci bu ufacık söz hatasını zaten anlamaz” şeklindeki savunmamın üstüne kendisi, yüzlerce kişinin içinde mutlaka eseri can kulağıyla ve derin müzik kültürüyle dinleyen en az bir kişinin olacağını ve sanatımızı sanki sadece o bir kişiye icra ediyormuş gibi dikkatli ve mükemmele yakın sergilememiz gerektiğini hatırlatmıştı.
Değerli seyircilerimizin bizlerden isteklerinin olması kadar, sanatçıların da seyircilerden isteklerinin olması oldukça doğal diye düşünüyorum. İşte benim dileğim de 100 seyirciden biri gibi, sahnedeki 100 unsurdan birinin bile ne kadar önemli ve “aranılanın gizlice yerleştirilmiş olduğunun” farkına varılmasıdır. En azından bunun için bir çaba gösterilmesidir. Gerçek şu ki Aşık Veysel Kantatı’nda bildiğimiz herhangi bir Veysel türküsü duyamayacağız ancak Veysel’in bağlama düzeni/akordunda bestelenmiş, Anadolu aşıklık geleneği formunda tamamen orijinal, yeni melodilerden ve bu melodilere eşlik eden çağdaş anlayışta düzenlenmiş eşliklerden oluşan eserdeki tüm leitmotivlerde, temalarda Aşık Veysel’den bir renkle karşılaşacağız. Bir yapıta usta bir kamuflajla (ki bu küçük bir temanın ısrarlı tekrarı, ostinato, bir çeşitleme vb. gibi onlarca şekilde olabilir) iliştirilmeyen unsurların fotoğrafçılıktan ne farkı olabilir? Verismo akımı için bile Giuseppe Verdi bu tabiri (fotoğrafçılık) kullanmaktan geri kalmamıştır. (Michels, 2015, s. 409).
Orhan Öner Özcan
Aşık Veysel’in yaşadığı dönemde de türküleri orkestra eşlikleriyle çalınıp söylenmiştir. Ruhi Su buna çok güzel bir örnek olabilir. Ancak bu yorumlamaları beğenip beğenmediği kendisine sorulduğunda o “Çiğdem dalında güzeldir” demiştir. Bizler sadece bağlamayla, kopuzla yaratılmış bu nadide, sade, özgün, toprak kokan eserleri alıp en süslü saksılarda en güzel balkonlara yerleştiriyoruz. Ancak çiğdem yine dağdaki çiğdem olarak kalabiliyor mu? Evet, belki çiğdem değilse amaç, çiğdemden yola çıkarak çiğdemin kendisini çeşitlendirerek farklı renklerde sunup muasır medeniyetler seviyesinde çok boyutlu bir yapıt oluşturmaksa belki 20. yüzyılın önde gelen bestecilerinden, II. Viyana ekolünden Bela Bartok eserleri güzel örnekler sunabilir bizlere. Ya da Kodaly... Romanya, Bulgaristan, Ukrayna, Norveç, Cezayir ve Türkiye’ye yaptıkları seyahatlerde halk müziğine dair topladıkları unsurlarla majör-minör sistemlerini aşarak, aksak ritimler kullanarak Brahms, Strauss, Debussy çıkış noktalarından bambaşka evrenlere yolculuk etti eserleri. Veya Ulvi Cemal Erkin’in türkülerimizden yola çıkarak re-orkestrasyonlar ile oluşturduğu yeni pembe, yeşil, mor, kare, piramit çiğdemler. Ancak hiçbiri çiğdemi alıp paketlemedi. Direkt ucuz bir saksıya koyup unutulmak üzere balkonlarının bir köşesinde bırakmadılar. Eserimi anlatmak üzere çıktığım bu yolda biraz düşüncelerimi dile getirmek istedim. Tabii ki popüler müzikler çok eğlenceli, türkülerimiz orkestralar eşliğinde popüler düzenlemelerle de eğlenceli bir akşam için icra edilir. Ancak her yapıtta bu eğlenceyi aramanın yanlış olduğunu düşünüyorum, çok kolay anlaşılan, usa değil sadece duyguya hitap eden bir eser ne kadar derin olabilir?
Aşık Veysel Sahne Kantatı’nı beş solist, oda korosu, klavsen, yaylı ve vurma sazlar orkestrası için besteledim. Beş dakika kadar süren bir yaylı çalgılar beşlisi ile başlamakta olan eser, üçü korolu olmak üzere altı arya, iki düet, bir dörtlü, koro için bir marş (100. Yıl Marşı) ve bir koralden oluşmaktadır. Eseri akademik kaynakların yanı sıra Şatıroğlu Ailesi’nden Aşık Veysel’in öz torunu Gündüz Şatıroğlu’nun da verdiği değerli bilgiler ışığında gerçeklere dayanarak yaratmaya çalıştım. Bu yapıtımı Veysel’in derinliği sadelikte aradığı sanat görüşüne zarar vermeden yaşamını kronolojik bir yapıda ele alarak çağdaş bir anlayışla çalışılmış, dramatik unsurlara geniş yer verilen bir “sahne kantatı” olarak değerlendirebiliriz. Bu eserde de Yunus Emre Kantatı isimli eserimde denediğim ve hoşuma giden birçok müzikal tekniği tekrarladım. Genel olarak etnik müzik enstrümanlarıyla çoksesli batı müziği enstrümanlarının bir arada kullanılmasını sonorite-ses dengesi açısından yanlış buluyorum. Bu sebeple iki eserimde de bağlama yerine klavsen çalgısını (telleri çekerek çalındığından ikisi de hemen hemen aynı sistemle çalışır) kullandım. Çalış tekniği, klavsenin tuşlarının bağlamanın tellerinin dizilimine göre yazdığım akorların pesten tize kırılarak çalınması şeklinde uygulandı ve orkestra içinde “görünmeyen bir bağlama” yaratmış olduk. Anadolu ve Türk aşıklık geleneğinde çoğunlukla kopuz ve bağlama gibi telli enstrümanların kullanılıyor olması da beni enstrümantasyon açısından nefesli saz kullanmamaya yöneltti.
ÇOCUK UZUN İNCE YOLUN BAŞINDA - Kasım ve Koro (Tenor Aryası)
Aşık Veysel’in hayatını ve yaşadığı dönemdeki önemli olayları kronolojik olarak işlemeye çalıştık. Bu bağlamda, eserin yaylı çalgılar beşlisi için bestelenmiş Prelude (giriş müziği de diyebiliriz) kısmından sonra inceleyeceğimiz ilk parça Veysel’in çocukluğunu ve gözlerini nasıl kaybettiğini anlatmaktadır. Daha sonra Kasım rolünde göreceğimiz tenorun (Serkan Taylan) reçitatif (konuşur gibi) söylediği melodik pasajlara koro, müzikle cevap vermektedir. Uzun İnce Bir Yoldayım türküsünden yola çıkılarak bestelenmiş bu yeni eserin başlangıç teması, duyduğumuz gibi bu Türkü’nün ana temasıdır. Aşık Veysel’in bağlama düzeniyle ilişik olarak Re Dorian modunda bestelenmiş şarkının ana hattını Veysel’in türkü çalar söylerken bağlamasına ara ara vurarak çıkarttığı “si do re” bağ-teması üzerine kurdum. Cümle aralarında “hoyratça, anti-müzikal” duyacağımız kısa vurma saz (xylophone vb.) bölümlerini Veysel’in “Aşıklık saz ustalığı değil, söz ustalığıdır” deyişini onaylarcasına müziği sabote etmek, önemsizleştirmek adına iliştirdim.
2.21'inci dakikadaki sözlerde köy tasvir edilmektedir ağaçlar, yağmur… Ben de yaylı enstrümanlarla aralarda meleyen kuzuları ve uzun bir yay ile titrek bir kaval sesini imgelemeye çalıştım. Sonra aniden ciddileşen, kısa vurgulu bir orkestra eşliği… Çünkü çiçeklerden bahsediyor. Ancak o kır çiçekleri bir anda hastalık olan çiçek salgınına dönecektir ve Veysel bir gözünü kaybedecektir. “Kırlarda kalaydın Çiçek”. Çocuk hüzünle tanışsa da tek bir yerden baksa da dünya, renkler yine de güzeldir. Ancak diğer gözünü de kaybedecektir küçük Veysel. Büyük hüzün öküzün boynuzunun ucundadır. Son akorla küçük Veysel’in diğer gözüne öküzün boynuzu girer, sahne kararır sadece kırmızı renk kalır. Kırmızı Veysel’in gördüğü son renk olduğundan ömrü boyunca bildiği tek renk olacaktır. Son akor sivri, keskin ve kesin bir “re” notasıdır. Bağlamasının akordu… Çünkü aşıklık Yunus’taki gibi, Karacaoğlan’daki gibi acıyla, dertle gelen bir olgunluk mertebesidir.
BAĞLAMAYA ARYA – Aşık Veysel (Bas aryası)
Aşık Veysel Sahne Kantatı’nın rejisini Can El yaptı. Eserin özünde bir anlatıcı var ancak eserlerimde anlatıcı unsurunu kullanmamaya çalışıyorum çünkü bir anda o rüyanın içinden çıktığımı hissediyorum seyirci olarak. Yunus Emre Kantatı’nda da bir anlatıcı vardı ancak dönemin zorluklarını, hikayeyi vb. şarkı söyleyerek anlatıyordu. O bir şahitti distribüsyonlarda da rolü “şahit” olarak geçti. Bu eserde de uzun bir insan ömrünü ancak kesitlerle anlatabileceğimizden anlatıcı kullanmalıydık. Dekorun yaratıcısı Tayfun Çebi ve yönetmen Can El’den muhteşem bir fikir geldi... Eser müzede geçecekti! Aşık Veysel Müzesi… Anlatıcı müze rehberi, dinleyenler hem seyirci hem oyuncu.
Bu aryada Veysel bağlamayla tanışıyor, videoda anlatıcının bölümünü almadım ancak buraya sözlerini yazmak isterim;“Bir armağan geldi Veysel’e, dokuz on yaşlarındaydı. Yıllarını onunla geçirebileceğini düşündü. Gerçek bir dosttu. Biliyordu ki sevgiliye kavuşana dek sevgiliden ayrılana değin, öncesinde ve sonrasında ne Veysel onu bırakacaktı ne de o Veysel’i. Sevincinde, hüznünde, coşkularda ve yoklukta yıllar boyu yanından ayırmadı. Zaman, zamanı kovaladı. Ben bunu çalarım demişti ya; gençlikte de sonrasında da hep yanındaydı. Kısacası beraber büyüdük. Bu yaranın adı bağlamaydı.” (Murat Göksu, 2022)
Arya her bir yaylı grubun, farklı tonlarda ve notalardaki arpejiyle başlamakta. Viyolonseller, sonra viyolalar, sonra ikinci ve birinci kemanlar... Her biri farklı türde bir bağlamayı imgeliyor. Divan sazı, meydan sazı, çöğür vb. Veysel bağlamayla ilk kez karşılaşıyor, her birinin boş tellerine vurup deniyor, keşfediyor, seçiyor sanki. Sonra dile geliyor bağlama, tellerine vuruldum diyor. Aşık oluyor. Bağlamanın tellerine mi, Esma’nın saçlarına mı bilinmez...
ÖNÜ İYİ SONU FENA – Veysel ve Esma (Bas ve Soprano düeti)
Rehber; “Adı Veysel idi, öyle bir aşk başladı ki... Bizzat kendisi sazın adeta konuşuyordu Veysel ile. Tezenesi yüreğiyle birlik vuruyordu tellere. Bir gün babası; Evlen.. dedi. Evlen, iyi bir yoldaşın olsun yolunda. Bir sırdaşın olsun koynunda. Kim, kim baba o kız kim? Esma’ydı adı ama sonu kriz... Dost diye nicesine sarıldım der ya Veysel, beyhude dolaştım, boşa yoruldum der ya! Dedim ya, Veysel her şeyi görüyordu. Hüseyin dosttu. Esma eş. Hüseyin’e Esma oldu eş. Veysel hiç ses etmedi buna. Ses etmedi bekledi; önü iyi sonu fena olacaktı belli ki!”
Şu ayakkabıya para koyma hikayesi tamamen bir kurguymuş. Ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Veysel’in de rol aldığı filminde kullandığı bir sahne. Veysel de ses etmemiş bu sahneye, öyle naif bir insan. Sanatçıyı özgür bırakma bilinci böylesine olgunlaşmış. Ben bu eseri tamamen gerçeklerle işlemek ve geleceğe Veysel’i magazinsel açıdan çok vatan, millet ve Atatürk felsefesi, insan sevgisi ve derinliği sadelikte aradığı sanat anlayışıyla yansıtmak istedim. Esma ile düetini izleyeceğimiz bu sahnede orkestranın çaldığı giriş müziğini Veysel’in sıkıntılı iç dünyasının bir yansıması olarak resmetmeye çalıştım. Yaylılarda “ponticello” diye adlandırılan bir yay tekniği ile Veysel’in o anki ruhu gibi, seslerde belirsizlik, kararsızlık duymak istedim. Esma’nın (Şeniz Çimen) son cümlesindeki bas davul sesi, pişmanlığın yarattığı bir kalp teklemesiydi belki de onun için.
GÜZELLİĞİN ON PAR’ ETMEZ – Aşık Veysel (Bas aryası)
Bu arya, türkünün orijinal melodilerinden yola çıkarak bestelediğim bir arya. Türkü bir isyan gibi duyulsa da bana Tanrı’ya yönelik bir aşk zikri gibi hissettiriyor. Bu bağlamda zengin ritmik ögeler kullanarak “con moto” tempo kullandım. Derin ve kapsamlı bir yaratılış felsefesine sahip olduğunu düşündüğüm bu sözlere arada eşlik eden vurma sazlar, birinci parçada müziği sabote etmek için kullandığım notaları çalmakta. Bu basit vurgu döngüsü eserin leitmotivlerinden biri artık. Sol minör tonunda bestelediğim bu aryanın sonunda Aşık Veysel’i canlandıran bas (Teyfik Rodos) si bekar notasında “hu” diyerek tonaliteyi majör olarak değiştirip final yapmaktadır. Aynı unsuru Yunus Emre Kantatı’nda da kullandım. Bu majörleşme-büyüme onun olgunluk dönemine erdiği, Emre’nin Yunus Emre, Veysel’in Aşık Veysel olduğunu anlatmaktadır. Derin acılardan sonra gelen kabulleniş, ruhu evrenin akışına bırakmanın derin huzuru ve kapsayıcılığı tek bir notanın değişmesiyle mümkün olmaktadır. Aşık Veysel’in Alevi kültüründen gelen bir sanatçı oluşuyla ilgili, geleceğe tarihsel bir not niteliğinde yerleştirilmiş bir “gerçeğe hu” anlamı da çıkartmak mümkün olabilir.
BİTER Mİ DERSİN? – Veysel ve Kasım (Bas ve Tenor düeti)
“Öyle bir dönemden geçiyordu ki Veysel, sıkıntı her yerdeydi. Esma terk etmiş, Esma’dan olan çocukları, sonra da ana ve babası ölmüş… Kasım, Veysel’in köyden komşusu. Dert ortağı oluyorlar. Kasım’ın köyden “kaçması” için açık yazmak istemediğim bir sebebi varmış, Veysel’i de yanına alıyor birlikte çıkıyorlar yola. Veysel’in iki gözü de görmediği için köyün ortasından geçen dereyi bile geçmemiş hayatında. Birlikte “suyu geçiyorlar”. Köy yerlerinde suyu geçmek iyidir derler. İnsan değişir, güzelleşir, yenilenirmiş ki yolda Yalıncak Tekke’sine uğrayıp Veysel’in ikinci eşi Gülizar Ana ile tanışacaklar, Veysel’in en verimli dönemi başlayacak.”
Üst üste binen seslerin oluşturduğu müzikle Veysel’in ızdırap çeken ruhuna kendi bakış açımdan tercüman olmak istedim. 0:34” saniyeden itibaren bir temayı henüz bitirmeden farklı yaylı grupları üst üste beş kez çalmakta ve melodiler karışmakta. Bu art arda birbirine karışan aynı melodi Veysel’in beş kaybını temsil ediyor. Esma, iki çocuk, ana ve baba...
Eş anlamlı kelimeleri art arda farklı anlamlarıyla kullanmak ya da kesiştirmek, librettoyu yazan Murat Göksu’nun sıklıkla kullandığı bir tarzdır. Veysel Kasım’a; “İçim kasılıyor kasım, Kasım” diyor… Sn. Göksu aynı unsuru Her 10 Kasım eserinin bir bölümünde de kullanmıştı. Her 10 Kasım’da koro üç kez “azdılar” diyor. İlk ikisinde hecelere denk gelen notaları pesten tize doğru bestelemiştim -azgınlık- anlamında duyulur; üçüncü “azdılar” kelimesinde ise tam tersi şekilde bestelemiştim -sayıca az olma- anlamında duyuluyor. Bu bağlamda Türkçe’nin bestelenmek üzere ne kadar zor ve zengin bir dil olduğunu vurgulamak istedim.
Bu düette Veysel ile Kasım’ın dereyi geçmek, yeni bir başlangıç, sıkıntıları geride bırakmak gibi bir karar aşamasında olduğu duygu durumunu yerelden evrensele taşıyabilecek formu protest müzik anlayışında yakalamaya çalıştım. Bu düetin kararlı, net, keskin akorlar üstüne inşa edilmesi bu nedenledir. Marş gibi bir niteliği var, bir yürüyüştü bu müzik, yerelden evrensele, derenin karşısına, sınırların ötesine, aşka doğru...
BENİ LEYLA GÖRMÜŞ – Gülizar – Şirin Ana (Mezzo soprano aryası ve reçitatif)
Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yer. Kasım ve Veysel yolda...
O dönem tekke ve zaviyeler jandarma tarafından basılıyor olduğu için böyle uzak yerlerde konuşlandırılırlarmış. Aşık Veysel’in ikinci eşi olacak olan Gülizar Ana (Ebru Kaptan) Yalıncak Tekkesi’nin işlerine bakan biri. Tekke’nin dedesinin eşi Şirin Ana da (Aylin Odabaşı) onun dert ortağı. Gördüğü bir rüyayı Şirin Ana’ya anlatan Gülizar, rüyasında biri sırtında bir şey taşıyan iki adamın geldiğini söyler. Ertesi gün Kasım ve Veysel’in yolu tekkeye düşer. Bunları uzaktan gören Gülizar bağlamayı tüfek zannedip panikler! Oysa jandarma değil, uhrevi bir aşk yaşayacağı Aşık Veysel gelmektedir. O gece türküler söylenir, o döneme kadar hep usta malı türküler söyleyen Veysel’in repertuvarı Gülizar’ı çok etkiler. Bu dönemden sonra Aşık Veysel “aşık” olur, kendi bestelerini yapmaya başlar. Gözleri görmeyen Veysel’e kızı vermek istemez babası ancak Şirin Ana duruma el atar, dede işi çözer! Bu aryanın sonunda duyacağımız Şirin Ana ile olan reçitatif (müzikli konuşma diyebiliriz) bu tatlı olayı canlandırmakta.
Bu bir mezzo-soprano aryası. Mecnunum Leylamı Gördüm isimli Aşık Veysel türküsünden yola çıkarak bestelediğim bir arya. Aryanın giriş müziğinde duyduğumuz senkoplu tema, Aşık Veysel’in Mecnunum Leylamı Gördüm türküsünde söz aralarında bağlamasıyla çaldığı bir tema. Artık Veysel, Aşık Veysel, artık Gülizar hep onunla. Bu sebeple bundan sonra kantatın birçok yerinde duyacağız bu temayı. Çünkü bu melodi Gülizar, Gülizar aşk, yaratandan ötürü yaratılan... “Fa mi re do mi fa re”
UYAN BU GAFLETTEN – Kasım ve Koro (Tenor aryası)
Genel olarak videolarda bazı teatral sahnelere yer vermedik ancak bazı ayrıntıları sizlerle sözlü paylaşmak isterim. Aşık Veysel Sahne Kantatı’nı anlatırken hatırlarsak Aşık Veysel’in hayatını ve yaşadığı dönemin önemli olaylarını kronolojik bir sırayla selamlamaya çalıştığımızı belirtmiştim. Sahnedeki dev tablolarda (her biri bir ekran) 1938 sayısını görüyoruz, Atatürk’ü üç güçlü gran cassa (bas davul) vuruşuyla selamladıktan sonra sayı akıyor ve 1968’e geliyor. Sonra teatral bir bölüm var. Müze tablolarında (ekranlarda) 1968 yıllarına ait görüntüler... Birazdan müzik İstanbul işgalinden bahsedecek. İşte burada Veysel’in naif derin müziği de işgal ediliyor, Anadolu’nun tüm otantik, etnik unsurları, mis gibi tereyağının margarinle yer değiştirmesi gibi işgal ediliyor! Bu naif müziği nasıl işgal edebilirim diye düşündüm. Emin olmamakla birlikte belki de Devlet Operaları’nda seslendirilen ilk “dubstep” stilinde müziği besteledim. Tamamen elektronik bir “dubstep” şarkısı sahnede Şebnem Şenel’in müthiş koreografisiyle naif Anadolu çizgilerini işgal etti. Renk renkti, Beyoğlu’ndaki üniformalar gibi! Bu sahneyi siz değerli sanat severlerle internette değil, sahnede buluşturmak istediğimden videolarda yer vermedim. Bu videonun başında bu “dubstep” bölümün sonunu görüyoruz.
Ve Aşık Veysel Kantatı’nda karşılaştığımız tek aksak ritimli arya. Aksak ritimler çoğunlukla bize Bizans’tan miras. Türk kültürüne sonradan katılmış. Üniformalarıyla İstanbul’un boğazını sıkanlara bir 9/8’lik iyi gider diye düşündüm! Eserdeki tek “diyez donanımlı” müzik burada. Veysel’in bağlama düzeni, ritmik unsurları işgal edildi... Mi minör tonundaki bu aryaya gençliğin vicdanını temsil eden koro “Uyan bu gafletten” sözleriyle eşlik etmekte (2.27”). Ardından bir “flash forward” ile geleceğe, yani günümüze gelerek 100. Yıl Marşı’nı seslendirmekte. Evet, bu eser ve bu bölüm beni bir Cumhuriyet Marşı bestelemeye yöneltti. Cumhuriyetimizin 100. yılında en büyük sevdası Atatürk olan Aşık Veysel’in hayatını anlatan bu eserde gafletten uyanmak ve bir anı bırakmak istedim.
100. YIL MARŞI - Koro
Yeni evliyim, yeni bir ev yaptık ama ben aylardır odamdayım eşim yüzümü görmüyor. Gece gündüz eseri bitirmeye çabalıyorum. Yeni odamın manzarası ilham verici olsa da çatıyı güzel yapamadığımızdan akıtıyor, her yerde kova var. Tam da sonbaharı kışa bağlayan aylarda deli gibi yağmur yağıyor. Piyanom, bilgisayarım ıslandı, odanın içi göl! Ustalarla uğraşacak vaktim yok. Hatta bunlar yetmezmiş gibi, onca çabaya rağmen eserin iptali, ertelenmesi gibi konular da birkaç kez gündeme geldi. Sıkıntılı bir dönem. Ancak ilham da sıkıntıda yanınızda. Sahildeki şarapçıyla sohbet etmeyen, Anadolu’da yaşamayan, pazara gitmeyen, aşkından yerlerde sürünmeyen bir ruh yaratımları için ne kadar beslenebilir ki hayattan? Basit bir marş yazmak istedim, Aşık Veysel bana yardım etti. Saz değil, söz ustalığı olsun dedi, hepimizin rahatlıkla eşlik edebileceği, derinliği sadelikte bulabileceğimiz. Murat Göksu, duygu dehası. Bir gece yarısı şiir geldi kendisinden. Şiiri defalarca okuyarak uyudum, sabah kalktığımda bu marş aklımdaydı.
Sadece vurma sazlar kullandım eşlik olarak. Sokakta enstrümanlar olmadan kalabalıklar söylüyor gibi hayal ettim. İnsan sesi baskın olmalıydı. Bu gençliğin sesi, kararlılığı olmalıydı. “Uyan Bu Gafletten” aryasının üstüne bir uyanıştı belki de. Bu eserin dünyadaki ilk seslendirilişinde Cumhuriyetimizin 100. Yıl Marşı seyirci tarafından büyük coşkuyla karşılandı ve eserin sonunda bu marşla bis yaptık. Aşık Veysel’i Esma’nın ayakkabısına para koyan biri gibi değil, bu şekilde selamlamak istedik. Onun aşkı yerelden evrensele, insandan vatana, vatandan evrene idi.
100. Yıl Cumhuriyet Marşı. Aylar geçti, ilk kez sizlerle paylaşıyorum...
BU ŞİİR BULUŞAMADI ATA’YLA – Aşık Veysel, İbrahim, Gülizar, Esma (SATB Dörtlü)
Eseri bitirmek üzereydim. Aşık Veysel’in hayatında önemli yere sahip karakterlerden oluşan bir dörtlü (quartet) bestelemek istiyordum finale doğru. Kronolojik açıdan 68’leri devirdik 73’lere geldik. Aşık Veysel’in son günleri... Gündüz Şatıroğlu Aşık Veysel’in öz torunu. Benimle öyle önemli ayrıntılar paylaştı ki hiçbir kaynakta ulaşamayacağımız duygu yüklü sırlar gibi. Kendisine minnettarım. Dedesinin hayatındaki en önemli “üç” nedir diye sordum. “Tek” var dedi. Atatürk!
Veysel arkadaşı İbrahim’le tam üç ay yürüyerek Ankara’ya gidiyor. Niye biliyor musunuz? Atatürk’e şiir yazmış onu vermek istiyor. Bu gayesine ulaşamıyor ancak bu vesileyle tanınmaya başlıyor. Fötr şapkası Ankara’dan miras... Sonraları bir radyo programında Atatürk tesadüfen Aşık’ı dinliyor çok beğeniyor ancak o gece bulamıyorlar Veysel’i. Ertesi gün haberi alan Aşık yine çabalıyor fakat o da ulaşamıyor Ata’ya. İçinde ukde bu şiirini Atatürk’e ulaştıramamak gözleri görmüyor; sesini duyamamak. Bestelediğim dörtlü, bu hikayeyi anlatıyor.
Murat Göksu bu şiirin (Cumhuriyet Destanı) sözlerini libretto haline getirdi. Ben de Aşık Veysel için besteledim. Aşık Veysel rolündeki bas bu şiiri melodisiyle söylerken aynı anda veya soru cevap şeklinde Gülizar, Esma ve İbrahim (Kasım rolü İbrahim’e evirildi) bu şiirin ve Veysel’in Ata’yla buluşamadığını kendi pencerelerinden anlatmakta. Eserde her karakterin kendisine ait bir teması var. Ve şimdi herkes sahnede. Böylece eser boyunca kullandığım neredeyse bütün müzikal temalar, eserdeki karakterler gibi bu dörtlüde buluştu. Dörtlünün “coda” olarak tanımlayabileceğim son bölümünde artık Aşık Veysel dünyadan ayrılmak üzeredir. Dörtlüyü üç kişi bitirir. Aşık Veysel gözlerini açtı. Artık en yüksek mertebedeydi belki de. Bu yüzden müzik tekrar “Güzelliğin On Par’ Etmez” aryasının finali gibi majör bir tonalite ile final yaptı. Sonorite büyüdü, enginleşti.
ÇOCUK UZUN İNCE YOLUN SONUNDA – Kasım ve Koro (Tenor Aryası)
Aşık Veysel’i ölüm yıl dönümünde selamladığımız bir eser olması sebebiyle finalde bir veda korali besteledim. Genelde tercih ettiğim bir teknik olmamakla birlikte birkaç değişiklikle eserin giriş müziğini (prelüd) koroya ve sözlere adapte etmeye çalıştım. Bir veda korosu niteliğinde. Videoda ilk olarak bu koralin son kısmını dinliyoruz. Sonra “Çocuk Uzun İnce Yolun Sonunda” aryası seslendiriliyor. Bu aslında dinlediğimiz ilk parça idi. Tek değişiklik çocuğun yolun “başında” değil, “sonunda” olması. Bestelediğim tüm eserlerde ilk müziği bazen küçük çeşitlemelerle, bazen söz değişiklikleri ile kopyalayarak sona ekliyorum. Yönetmenimiz Can El de rejilerinde bu stili kullanıyormuş. Bunun gibi ayrıntılar birlikte çok uyumlu çalışmamıza zemin oluşturdu. Opera rejisörlüğü çok ayrıntılı bir dal. En başta şan tekniğine hakim olmak, müzik başlayınca zamanın durma şansı olmadan akmasının zorluğuyla baş edebilmek, ezber bozan cesur alternatif fikirler üretebilmek gibi. Can El bu konularda çok güvendiğim bir rejisör.
Aylar süren okuma-araştırma süreci, aylar süren besteleme süreci, haftalar süren prova süreçleri... İzmir Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının bende çok özel bir yeri var. Eserlerimden ikisinin dünya prömiyerini birlikte gerçekleştirdik. Kulaklarımda canlanan her sesi hayallerimin üstünde seslendiriyorlar. Çünkü yüreklerini koyuyorlar, inanıyorlar. Başta bu projenin fikir babası olarak bir 2022 Mart sabahı beni yatağımdan fırlatan sevgili müdürümüz, yılların duayen sanatçısı Aydın Uştuk olmak üzere, büyük emekleri için İzmir Devlet Opera ve Balesi Koro ve Orkestrası’na, teknik ekibimiz Tayfun Çebi, Sevcan Yenihayat, Şebnem Şenel, Serkan Şentürk ve Ahmet Şeren’e teşekkür ederim. Tek bir video çekimim olduğundan karakterlerin diğer kastlarını videolara ekleyemediğim için üzgünüm. Bu bağlamda çok değerli solist opera sanatçılarımız sevgili Sabri Çapanoğlu (Aşık Veysel), Murat Direk (Kasım), Evrim Keskin (Gülizar), Elif Şehir (Esma) mükemmel performansları ve güzel yüreklerini vererek esere kattıkları için teşekkür ediyorum. Çocuk Veysel’i muhteşem canlandıran dünyalar tatlısı küçük beyefendi Kaan Uludemir’i de unutmamak lazım! Murat Göksu’ya teşekkür yazısı yazmak garip geliyor. Kendimi tebrik eder gibi. Çünkü yüreğim onunla çarptı. Aramızda 456 km olsa da her zerrede o var, çalışma odamda, orkestra çukurunda birlikteydik Hocam... Nicelerine.
Okuyanlarla, dinleyenlerle buluşmak ne büyük şans... Var olun!
Orhan Öner Özcan