08.05.2024
Claudio… Kendisine böyle hitap edilmesini istermiş. Zarifti, zarafeti yönetiş şeklinden, selam verişinden anlaşılırdı. 20. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında 80 yıl yaşayan Claudio Abbado, bu dönemin en büyük orkestra şeflerinden biri olarak müzik tarihine adını yazdırdı. İşte bu şef 10 yıl önce, 20 Ocak tarihinde aramızdan ayrıldı.
Şeflik ve Farkındalığı
26 Haziran 1933’te, müzikle dolu bir ailede, Milano’da doğar. Bu karışık savaş öncesi İtalya’sında kendisini yedi yaşındayken Debussy’nin Üç Noktürn’ünde dinleyen besteci, şef Antonio Guarnieri eğitimini almakta olduğu piyano yerine, orkestra şefliğine yönelmesi konusunda ona yeni bir ufuk açar. O da “Bir gün sen de onun gibi muhteşem ahenkli sesler yaratabilirsin.” der kendi kendine. Piyano, orkestra şefliği ve kompozisyon eğitimi aldığı Milano Konservatuvarı’nda ünlü şef Carlo Maria Giulini’nin yönettiği öğrenci orkestrası konserlerinde çalar. Lakin 1950’de Milano’ya gelen büyük Furtwängler’in konserine katılması orkestra yönetimi konusunda sadece kesin karar almasını sağlamakla kalmaz, genç Abbado’yu derinden etkiler. Nitekim Giulini ile Furtwängler’in yönetme şeklinden çok etkilenecektir.
1955 yılında Viyana’ya gider ve Friedrich Gulda ile piyano çalışır olsa da futbol oynarken elinin bir parmağını kırması kararını kesinleştirir. Gulda ile çalışırken, bir yandan da Hans Swarowsly ile orkestra şefliği konusunda uzmanlaşmaya gayret eder ve arkadaş olduğu Zubin Mehta ile dönemin en büyük şefleri Scherchen, Krips, Walter, Karajan’ı izleyebilmek için Viyana Filarmoni Orkestrası korosuna dahil olarak orkestranın provalarına da katılmış olurlar. Onlar için pratik yapmanın en güzel yoludur bu.
Amerika’da Şeflik Denemeleri
1958 yılında Amerika’ya giden Claudio Abbado, Tanglewood’da Koussevitzky Şeflik Yarışması’nda şansını dener ve Mehta’yı geçerek kazanır. Amerika’da olduğu süre içinde Charles Munch ve Pierre Monteux’yü dinlemeye Boston’a gider. Her ikisinden, özellikle Debussy yorumlarından çok etkilendiğini söyleyecektir. Bununla birlikte İtalya’ya döner ve Parma’da oda müziği dersleri verir. Koussevitzky Yarışması’nı kazanmış olması ona kariyeri bakımdan fazla bir şey kazandırmaz.
1960 yılında La Scala Operası’nda çalışmaya başlarsa da kariyeri bir türlü devinim kazanmamaktadır. 1963’de New York’da bir kez de Dimitri Mitropoulos Ödülü’ne aday olur, yine kazanır. Bu kez çok sayıda konser teklifi gelmeye başlar. New York Filarmoni’nin şefi Leonard Bernstein asistanlık önerir. Abbado Bernstein’ın bir yıl boyunca asistanı olur ama Avrupa onun için çok daha önemlidir, “eski kıtaya” döner. Berlin Radyo Orkestrası’nı yönettiği bir konser Herbert von Karajan’ın dikkatini çeker, büyük maestro genç şefi Salzburg’a davet eder. Abbado’nun kariyerinin Avrupa’da tam anlamıyla başlaması 1965 yılında Viyana Filarmoni Orkestrası’yla Gustav Mahler’in 2 Numaralı Senfoni’sini yönetmesiyle olmuştur. Mahler’in önemini anlamasının daha çok Bernstein sayesinde olduğunu ve sanatsal düşüncesinin merkezinin Mahler olacağını kısa zamanda fark ettiğini açıkça ifade eder. “O zamanlar Mahler’in tüm eserlerini tanımıyordum ama benim için bir referans olacağını sezinlemiştim.” Çok güç geçen provalara rağmen, Abbado büyük başarı elde eder ve artık yolu açılmıştır. Festivallere davetlerin, konserlere bağlantıların ardı arkası kesilmez.
La Scala ve Operada Yeni Dönem
La Scala’nın daimi şefi olduğunda 35 yaşındadır Abbado. 1968-1986 yılları arasında üstleneceği bu göreve 1971 yılında müzik direktörlüğü de eklenir. Bu dönem içinde dünyanın en ünlü opera evlerinden La Scala’da hem idari hem program bakımından radikal biçimde değişikliğe gider. Repertuvarı 20. yüzyıl bestecilerine açar, sezonu uzatır, bilet fiyatlarını ulaşılabilir düzeye getirir. Bu dönem Claudio Abbado’nun yaşamında büyük operaların, özellikle de Verdi operalarının (Simon Boccanegra, Macbeth, Don Carlos, Maskeli Balo bunların bir kaçıdır) yeniden okunduğu, yeni bir bakış açısının getirildiği; sezonun kapalı olduğu dönemde fabrikalarda, üniversitelerde, okul atölyelerinde işçilere, lise ve üniversite öğrencilerine opera filmlerinin ücretsiz gösterildiği, konserlerin verildiği bir dönem olarak geçtiği söylenebilir. Sahneye konacak operalar için Giorgio Strehler ve Andrey Tarkovski gibi birbirine zıt ama çok büyük yapımcıları davet etmekten çekinmemiştir.
La Scala’da geçirdiği 20 yıl içinde Verdi, ilgi gösterdiği, önem verdiği alanın merkezinde olmuş olsa bile, Wozzeck, Lulu, The Rake’s Progress, Moise ve Aaron gibi 20. yüzyıl “klasikleri” de gönlünde yatmıştır. Verdi operaları içinde Simon Boccanegra Abbado’nun kariyerinde önemli bir yer tutmuştur. Opera tutkunlarının “bravura” aryalarından yoksun, librettosu karışık olarak tanımladıkları bir opera olması nedeniyle burun kıvırdıkları, az bilinen bir Verdi operasının yeniden tanıtılması imkânını vermişti. Aynı sıralarda Rossini’nin operalarının yeniden ön plana çıkarılmasına da önem vermiş, Sevil Berberi, Cezayir’de bir İtalyan kızı, La Cenerentola operalarının üzerindeki ölü toprağını silkelemiş; Reims’e Seyahat gibi muhteşem bir operanın, üstelik muhteşem bir kadroyla Viyana Operası’nda ilk sahnelenmesine önayak olmuştur. Bunu Gustav Mahler Gençlik Orkestrası (GMJO), Avrupa Oda Orkestrası, Avrupa Birliği Gençlik Orkestrası (EUYO) ve son olarak da 2004 yılında Orchestra Mozart gibi gençler için orkestralar kurduğu bir dönem izlemiştir.
Çağdaş Bestecilere Olan Merak
Abbado’nun yaşamı boyunca çağdaş bestecilere ilgisi büyük olmuştur. Luigi Nono bunların başında geliyordu. Nono ve eşi, Arnold Schönberg’in kızı Nuria Schönberg ile hiç kopmayan bağlantısı olmuştur. Bruno Maderna, Ligeti, Berio, Manzoni, Penderecki sevdiği, önem verdiği bestecilerdi. 1979 yılında 10 yıllığına anlaştığı Londra Senfoni Orkestrası müzik direktörlüğü döneminde 20. yüzyıl repertuvarını ele almış, Berg kaydı ile Weber ve Mahler eserlerini yönettiği konser serileri tarihe geçmiştir.
1986 yılında La Scala’dan ayrılıp Viyana Operası ve Viyana Filarmoni’ye geçtiğinde önceleri çekingen davranmış; Verdi, Schubert, Beethoven, Mussorgski’nin yapıtlarını programına almış ama sonra Pelléas ve Mélisande, Ölüler Evinden, Wozzeck, konserlerde de Kurtag, Rihm, Nono’nun eserlerini yönetmişti.
Berlin Filarmoni Yılları
1989 kariyerinin çok önemli bir yılı olur. Herbert von Karajan’ın ölümüyle boşalan Berlin Filarmoni Orkestrası’nın (BPO) şefliğine, orkestra üyeleri tarafından seçilir. Bu dönem BPO’nun da değişime uğrayacağı çok verimli, önemli bir dönem olacaktır. Öncelikle orkestranın “tınısı” üzerine yoğunlaşacak, çalış tekniği konusunda düşünce ifade edebilecek, görüş verebilen genç müzisyenleri orkestraya davet edecek ve Alman yapımı çalgılarda bile değişikliğe gidecektir. Nitekim Orkestra’nın tınısı değişir, daha açık, daha şeffaf, daha ince olur. Bu çerçevede iki eksen çizer kendine, temalı bir dizi konser (Prometeus, Faust, Hölderlin, Aşk ve Ölüm gibi) ve üç komple senfoni konser dizisi (Brahms, Beethoven ve Mahler). Mahler ile o güne kadar edinmediği, tanımadığı bir dengeye ulaşır. Orkestrayla bütünleşir.
1998 yılında, 2001-2002 sezonunda sona erecek sözleşmesini uzatmayacağını duyurduğunda kendisini bekleyenin ne olduğunu bilmektedir belki de. Ama onu izleyenler 2000 yılında mide kanserinden mustarip olduğunu öğrendiğinde, ona çok da yıl tanımazlar. Ama öyle olmaz. İyi ki de olmamıştır. Daha 13 yıl yaşayacak, hep istediği ve de yapmadığı bazı şeyleri gerçekleştirecektir. Claudio Abbado 2003 yılında çok özel bir projesini hayata geçirmiştir: 1938 yılında Ernest Ansermet tarafından kurulduktan sonra zaman içinde yok olan Lucerne Festival Orkestrası’nı yeniden kurar. Çoğunlukta Mahler Oda Orkestrası müzisyenlerinden oluşan orkestranın müzisyenlerini tek tek kendi seçer. Gençlerin birçoğunun yetişmesini, büyümelerini izlemiştir. Diğerleri de kendine yakın hissettiği, tarzını bilen, tanıyan müzisyenlerdir. Bunların arasında Natalia Gutman, Capuçon kardeşler, Albrecht Mayer, Sabine Meyer, Kolja Blacher, Franz Bartolomey, Reinhold Friederich ve Emmanuel Pahud gibi enstrümanlarında çok iyi bilinen müzisyenleri seçer. Ve ilk konserde Gustav Mahler’in Diriliş Senfonisi’ni icra ederler. Mahler artık sanatının merkezindedir. Daha sonra ilk kez Berlin’de, sonra da Lucerne’de Mahler’in Toprağın Şarkısı’nı seslendirmeye kendi ifadesiyle cesaret etmiştir.
Geride Kalanlar
Claudio Abbado 2014 yılının 20 Ocak günü vefat ettiğinde ardında çok zengin bir kayıt arşivi bıraktı. Yazıya zarafetinden söz ederek başlamıştık. Bu zarafet yönetim şeklinde çok belirgindi. Çekingen bir karakteri olduğu bilinen ünlü şefin yönetirken yaptığı hareketler asgari seviyedeydi, provalarda da aynı minimalist hareketlerin süregelmesinin müzisyenleri zaman zaman endişelendirdiği yazılanlar arasında. Lakin hemen ardından çok da kızmadıkları zira sonucun çok iyi olacağından emin olduklarını bildikleri belirtilmekte. Claudio Abbado’nun yönetirken sol ele verdiği ağırlık biliniyor; yumuşak eğriler çizen, parmakları ayrık tutulan bu sol elden “efsane sol el” şeklinde söz ediyor onunla çalışmış olan müzisyenler.
20 Ocak 2024’de, ölümünün 10. yılında yabancı televizyon ve radyo kanallarında çok güzel anıldı, anılmaya devam ediliyor. “Bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş” demiş şair. Biz mısranın her anlamına katılıyoruz.