31.07.2024
Birçok müzik ödülüyle onurlandırılan, bestelediği operalarla tanınan Detlev Glanert, 35 yıl sonra Türkiye’ye geldi ve müdavimi olduğu mekânda aynı masaya oturdu.
Glanert, henüz müzik kariyerinin başındayken Berlin Senatosu’nun verdiği bursla bir süre İstanbul’da yaşamış hem arkadaşlarıyla buluşma noktası hem de annesi kendisini İstanbul’a ziyarete geldiğinde birlikte gittikleri lokasyona ithafen keman, çello, piyano ve klarnet için Yakup 2 - Beklemek Zamanı adlı bir konçerto bestelemişti.
Geleneksel bir hikâye veya durumu çağdaş bir bakış açısıyla sunan sanatçı; Caligula adlı eserinde imparatoru yalnızca çılgın değil, tamamen seçimine bağlı bir zalim olarak, Joseph Süss adlı eserinde ise 250 yıl önce bir İsrailli’nin günah keçisi yapılarak idam edilmesinin hikâyesinde sadece 1738 Almanya’sını değil eş zamanlı olarak 1933-1945 arasındaki dönemi yansıtır.
Glanert’in eserlerinde insan doğasının karanlık tarafı tekrar eden bir tema olarak görünür.
Kendi tarzını Gustav Mahler ve Maurice Ravel'in zıt kutupları arasında geliştirdiğini; Mahler’in yapısal bakış açısını, müziğin basit, dramatik duygusunu ve Ravel’in de yüzey dokularını çok önemli bulduğunu ifade eden besteciye merak ettiğimiz soruları yönelttik.
Kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
1960 yılında Hamburg’da doğdum ve büyüdüm. Hamburg, Köln ve Berlin’de müzik eğitimi aldım. 1989 yılından bu yana bağımsız olarak çalışıyorum. Genellikle operalar, orkestra ve oda müziği eserleri besteliyorum. Uzun yıllar İtalya’da yaşadım ve hâlen Berlin’de yaşıyorum.
Müzikal yolcuğunuzdan bahseder misiniz?
Müzik, küçük bir çocukken bile beni çok etkilerdi. 11-12 yaşlarındayken müzik yapmaya başladım. Kendim ve arkadaşlarım için küçük parçalar bestelerdim. Zamanla bu durum yoğunlaştı ve bugün de devam ediyor.
İlk çaldığınız enstrüman hangisiydi?
İlk olarak trompet öğrendim, aslında org çalmak isterdim ama bunun için evde bir piyanomuzun olması gerekiyordu ve evimizde yoktu. Trompetten sonra tenor korno ve ardından ana enstrümanım olan kontrbas geldi, orduya katıldığımda ise pikolo flüt ve davul çaldım.
Fotoğraf, Bettina Stöß
Kompozisyon eğitimine ne zaman başladınız, eğitmenleriniz kimlerdi?
Düzenli dersler almaya başlamam esasında biraz geç oldu. Yaklaşık 16 yaşlarında diyebilirim ama tabii ki daha önce hocalardan tavsiyeler alıyordum. 16 yaşındayken babam bir sınava girmemi istedi, bu sınavı Diether de la Motte yaptı ve 1982’den itibaren ilk kompozisyon hocam oldu. De la Motte Hamburg’dan ayrılınca Günther Friedrichs ve Frank Michael Beyer ile çalıştım. 1985’te Hans Werner Henze’nin yanına Köln’e gittim, benim esas hocam Henze oldu. Oliver Knussen’in Tanglewood’daki gibi kompozisyon kursları da bana çok yardımcı olmuştur.
Operayla ne zaman tanıştınız?
Beş veya altı yaşlarındayken babam bizi tiyatroya götürürdü, tiyatrodaki müzik ve şarkılar beni çok etkilerdi. Gerçek operayla ise ilk defa 11-12 yaşındayken tanıştım. W.A. Mozart'ın Sihirli Flüt temsiliydi. Bir hafta sonra izlediğim ikinci opera Bernd Alois Zimmermann'ın Die Soldaten’ıydı. Daha sonra her hafta iki veya üç kez operaya gitmeye başladım, beni çok etkiliyordu…
Leyla ile Mecnun operanızdan bahsedebilir misiniz? Bu mistik hikâye üzerine yazmak zor muydu?
İlk tam uzunluktaki operam 1988’de Leyla ve Mecnun’du, bu eser ilk Münih Müzik Tiyatrosu Bienali’nin bir siparişiydi. Hikâye biliyorsunuz sadece Türkiye veya Arap dillerinde değil, tüm Avrupa’da oldukça ünlüdür. Bir erkek ve bir kadın arasındaki aşk ile aşka olan aşkın farkı gibi ebedi bir temayı işler. Bu bağlamda hikâye bana çok yakındı. Her opera eseri zordur, konusu ne olursa olsun!
Sanatın insan hayatındaki yerine dair neler söylemek istersiniz?
İnsanlar var olduklarından beri sanat yapıyor. Sanatın, mevcut yaşamımızın oyunbaz bir müzakeresi olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden hem düşündürücü ve entelektüel hem de aynı zamanda naif ve oyunbaz, birçok spontan doğaçlamayla… Bu nedenle sanatın değeri her zaman çok yüksek olacak, bazı insanların iddia ettiğinin aksine. Friedrich Schiller’in dediği gibi “Sanat, oyun oynayan çocuklar olarak ilahi olana en yakın olduğumuz yer olabilir.”
Bu konçertoyu bestelerken nasıl hissettiniz?
İstanbul’da geçirdiğim zaman gerçekten harikaydı, birçok yeni arkadaş edinmiştim. Yakup2 restoranı ise hepimiz için bir toplanma merkeziydi, birçok kişiyle çok sık buluşurduk. Hatta o zamanlar İstanbul’da beni ziyarete gelen annem bile, bugün hâlâ büyük bir sevinçle restoranı ve Yakup’u hatırlıyor! Aylar her nasılsa “zamansız” geçiyor, bu “zamansızlık” ise beni müzikal alanda çok ilgilendiriyordu. Bu çıkış noktasıyla tezat yaratan bir kontemplatif oluştu, güzel bir eser olduğunu düşünüyorum.
Fotoğraf, Bettina Stöß
Peki neden Beklemek Zamanı?
Yakub 2 - Beklemek Zamanı başlığı, sadece bestelemeye harika ilhamlar veren bir lokasyonla ilgili değil, aynı zamanda İncil’e de atıfta bulunuyor. Eski Ahit’te Jakob’un (Yakup) sevdiği Rahel’le evlenebilmek için Laban’ın yanında iki kez yedi yıl çalışması gerekiyor. İki kez yedi yıl ona sanki iki kez yedi günmüş gibi geliyor. Emin değilim ama belki bu hikâye Kur’an’da da geçiyor. Zaman ve aşk üzerine harika bir tema!
Deniz Zeka ve Meltem Sezen Kılıç
deniz.zeka@blisankara.org & msezen@blisankara.org