07.09.2024
Yedi yaşına bastığımda piyanoyu 1-2 yıldır çalıyordum, standart dinleyici kitlemden de pek memnundum ya evde annem ve babama ya da okulda arkadaşlarıma çalıyordum. Birinci sınıf sonunda İzmir Sanat’ın büyük salonunda bir sene sonu müsameresi düzenlenmişti ve öğretmenlerle, velilerle, öğrencilerle dolan akşamda çalgı çalabilen öğrencilere de yer verilmişti- ben işte onlardan biriydim. Çaldıklarım da basit eserler, o sırada piyano metodumdan neler çalışıyorsam onları getirmiştim. O zamanki piyano öğretmenim sevgili Ayşe Yavaş eserlerimi konsere hazırlamamda çok yardımcı olmuştu ama şimdi geri dönüp baktığımda fark ediyorum ki, hiç bir şey beni ilk defa büyük sahneye çıkmanın büyüsüne hazırlayamazmış. Kulisten piyanoya yürürken başlayan alkışların verdiği heyecan, selam verirken o göz kamaştırıcı ışıklarla göz göze gelmek, piyanoya oturunca o büyük alkışı yaratan topluluğun bir anda susup pür dikkat seni dinlemesi... O günden beri en büyük motivasyon kaynaklarımdan biri seyirci önüne çıkıp “kendimi ve yapabildiklerimi göstermek” olarak kalmıştır. Bugün şöyle bir geri dönüp verdiğim yüzlerce konsere ve resitale bakıyorum ve şans verilse bir bu kadar daha konseri birkaç hafta içinde veriverirdim ama bunun yanında yine de içimde tutuşan bir soru: bu konserler her seferinde illa böyle mi olmak zorunda?
Son 10 yılki konser sanatçılığı deneyime baktıkça anlıyorum ki Türkiye'deki klasik müzik dinleyici kitlesinde bir çeşit beklentiler zinciri mevcut. Yani insanların bir konsere gitme sebebi salt o günkü klasik müzik eserlerini dinlemekten öte konser denince akıllarda canlanan o atmosferi yaşamak, loş ışıkta kırmızı koltuklarda sevdikleriyle yan yana oturup kısa aralıklarla uzun soluklu programı dinlemeyi, program açıklamalarını okuyup eseri anlamayı, bazen de bölüm aralarında alkışlayanlara içten içe kızmayı, sonunda da kulise gidip terden teni parlayıp soluk soluğa kalmış sanatçıyı tebrik etmeye kadar uzanıyor. Bu formatın dışına çıkmak istediğimizde bizi ne tür projeler bekliyor? Gelin size bu kulvardaki ilk projemi anlatayım.
Geçtiğimiz Ocak ayında iki arkadaşımla uzun bir süre üzerine çalıştığım ve besteleme kısmı üstlendiğim Inner Decision (İç Karar) eseri Yenilikçi Konser Formatları yarışmasında birincilik ödülüne layık görüldü. Inner Decision’a yaklaşma şeklimiz standart bir esere yaklaşma şeklinden çok farklıydı. Yarışma tarafından bize sadece belirli bir konser alanında belirli bir zaman sınırı verilmişti, bunların dışındaki tüm değişkenler kontrolümüz altında olabilirdi: Eser boyunca seyirciler oturuyor mu, yoksa ayakta gezebiliyor mu? Seyirciler salonu yavaşça doldururken sanatçılar kuliste mi bekliyor, yoksa sahnede bir şeyler mi yapıyorlar? Eser sadece enstrümanlarla mı sahneleniyor, yoksa başka objeler de eserin bir parçası mı? Enstrümanlar sahnede mi? Seyirci nerede?
Bir gün obuacı arkadaşım Sofia Baptista Torgal beni çaya davet etti ve ortaya ilginç bir fikir sundu. Sofia’nın erkek arkadaşı büyük bir şirketin sürdürülebilirlik ve çevre dostluğu kısımlarını yönetiyor. Sofia da ondan bunu görmüş ve kendi imkânlarıyla benzer bir müzik projesi yapmak istemiş. Müzik tasarımı bölümünde okuyan yakın arkadaşım Dome Rösler’in de bu fikre sıcak baktığını duyunca çok mutlu oldum, böylece üç kişilik grubumuz oluşmuş oldu. Amaç basitti: iklim krizini vurgulamak ve insanları bu konuda harekete geçmeye yönlendirmek.
Eminim ki hepimiz çağımızın krizi iklim değişikliğinin her ağızdan bin farklı dilde ve milyon farklı şekilde yansıtılmasını görmüşüzdür. Inner Decision projesinde amacımız sadece buna dikkat çekmekten öte gerçekten insanları bir şeyler yapmaya yöneltmekti. Aklıma ilk gelen şey, Yale Üniversitesi’nin İklim Bilimleri bölümünden yakın zamanda mezun olan arkadaşım Selin Gören’i arayıp danışmak oldu. Selin uzun zamandır iklim aktivizmi konusunda Türkiye’nin önde gelen isimlerinden biri ve bu konudaki bilgisine güveniyorum. Gerçekten de bana söyledikleri değerliydi ve eserin genel havasına büyük katkıda bulundu. İklim değişikliğinin çözümü kağıt pipet ve geri dönüşüm gibi günlük hayattan fedakârlıklardan ibaret olamaz. Asıl değişim gücü şehir meclisleri, parlamentolar gibi toplumun karar verme mekanizmalarında bulunuyor. Biz de seyirciyi toplumca sürekli parmak doğrulttuğumuz bu yetkili insanların yerine koyup bir “karar alma anı” ortamı yaratmayı görev edindik.
Dome Rösler, yeşil bölümde yaprağı kaseye koyuyor
Üçümüz Ekim ayından Ocak’taki konser gününe kadar defalarca hem online hem kafelerde buluşup projemiz için beyin fırtınası yaptık. Bunlar kritik önem taşıyan buluşmalardı çünkü ortak hedeflerimiz, becerilerimiz ve sınırlarımızı belirlemekte kilit rol oldular. Doğal olarak seyirciye hitap edecek bir eser istiyorduk; ben de Apple’ın kurucusu Steve Jobs’un şu sözünü aklıma getirdim: “Bir şey icat edip onu nasıl satacağımız düşünmek yerine bir iyi bir kullanıcı deneyimi hayal edip o noktadan geriye doğru çalışarak gereken teknolojileri icat etmemiz gerekiyor.” Pragmatik bir kafayla bu projeyi konser gününde seyirciye sunacağımız bir ürün gibi gördüm. Konser gününe sınırlı zaman kalmıştı ve bu zamanı iyi yönetmemiz gerekiyordu. İlk önce bir konsept ve yaklaşım şekli düşünmeliydik, ancak ondan sonra buna uyan bir beste düşünebilirdim.
Oylama anından bir kesit
Sinestezi, Kromestezi ve Şiirler
Sinestezi, kişilerde herhangi bir duyunun otomatik olarak başka bir duyu algısını tetiklemesidir, kromestezi de renklerin otomatik olarak başka duyulara bağlanmasıdır. Eseri bestelerken aklımızdaki fikirleri ve konseptleri düzene sokmak için altı bölüm düşündük. Her bölüme bir renk ve iki-üç ana fikir atadık ve bu bölümler için beyin fırtınası yaptık. Aynı zamanda hem yeni eserler bestelemeye, hem de var olan eserlerden alıntılar kullanmaya karar verdik, böylece seyircinin var olan eserlerle halihazırda kurmuş olduğu bağlantıları da kullanabilirdik. Örneğin Beethoven'ın 6 Numaralı Pastoral Senfoni’sinden kesitler kullanılarak doğa anlatılabilir veya Stravinsky'nin Ateş Kuşu balesinden kesitlerle yıkım ve yangın anlatılabilir. Aynı zamanda tüm salonu bahsi geçen renge boyamak için salonun köşelerine uzaktan kontrol ettiğimiz LED ışıklar yerleştirdik. Son olarak Dome ve ben eserin her bölümüne birer kıta şiir yazdık, ve bu kıtalar birleştiğinde (özetle Türkçeye çevireceğim) dünya gezegeninde hayatın bir hikâyesini oluşturuyor:
Mavi
Fikirler: Denizler, nehirler, yağmur
Temsil eden obje: Bir testi su
“Nehirlerin kibarca ağladığı bulutsuz gökyüzünde, gizli bir hikâye başlıyor, doğanın beşiğinde.”
Yeşil
Fikirler: Bitkiler, ormanlar, kuşlar, rüzgar
Temsil eden obje: Bir yaprak
“Ormanların irfanlarını ördüğü yeşil yuvanın gölgesi, dans ediyordu hayat, renkli bir şenlik gibi.”
Açık Gri
Fikirler: Doğayla uyum içinde yaşayan insanlık (Avcı-toplayıcı veya tarım toplumları)
Temsil eden obje: Bir taş
“Alacakaranlığın grisinde uyum sağlıyordu insanlar, El ele, doğanın kumaşında bir iplik gibi.”
Koyu Gri
Fikirler: Doğayı göz ardı eden insanlık (Sanayi devrimi)
Temsil eden obje: Bir ingiliz anahtarı
“Gölgeler karardıkça patavatsızlık büyüdü, ahenk bozuldu, hiç bahsi geçmemiş bir soğuk gibi.”
Turuncu
Fikirler: Kontrolü geri alan dünya, yaşanamaz koşullar
Temsil eden obje: Kan ile kaplanmış bir kemik
“Kasvetli bir sis gözleri kamaştırıyordu, renkleri tutuşarak. Gezegen kuvvetini geri kazanıyordu, iplerini eline alarak.”
Kırmızı
Fikirler: Yıkım, yangın, ölüm
Temsil eden obje: Ateş
“Kızıl tablonun içinde bir ağıt okunuyor, sessizliğin kontrol ettiği toplam yıkımda.”
Son söz: Karanlık
Fikirler: Bu zaman çizgisinin sadece ihtimallerden birisi olduğuna ve engellenebilir olduğuna dair bir hatırlatma, umut
“İşte bu yalvaran bir gezegenin dokunaklı hikâyesi ya onun değerini bilin ya da hak ettiğiniz kadere boyun eğin.”
Partitürden bir sayfa
Renkler, sözler, objeler ve müzik el ele çalışarak anlattığımız hikâyeyi güçlendiriyordu. Daha sonra çılgın bir insiyatif ile Sofia, her bölümün temsilci objesini sahnede duran büyük bir kaseye sırayla koyup eser sonunda kaseyi ateşe vermeyi öne sürdü ve sorumluluğunu aldı. Aylarca farklı kaseler ve yanıcı maddelerle deney yapan Sofia konserin şüphesiz en tehlikeli ama en ilgi çekici ve merkezi elementlerinden birini başarmış oldu. Bu da görev dağılımımıza güzel bir örnek aslında, hepimiz yapabildiğimiz şeylere odaklandık. Kasenin yanında Sofia, bir kabile ritüeli temasına uygun kıyafetlerimizi ayarlamakla da meşguldü. Dome akustik olmayan sesler ve ses efektlerinin tümünden sorumluydu, aynı zamanda hoparlörlerin ve bilgisayarların kurulumunu da üstlenmişti. Bu şiirleri sesini beğendiğim bir arkadaşıma okutup kaydetmiştim, her kaseye yaklaştığımızda şiirin o kısmı hoparlörlerden seslendiriliyordu. Olabildiğince uzak bir gelecekten bugüne seslenen bir kabile ritüeli havasına gelmiştik anlayacağınız.
Sofia Baptista Torgal İngiliz anahtarını kaseye koyarken
Gidişatı Seyircilerin Belirlemesi
Eserin önceden de bahsettiğim gibi en önemli yanı, seyircileri bir karar alma mekanizmasının içine oturtmamız ve onlara aldıkları kararların gerçekten sayıldığı ve gidişatı etkileyebildiği bir meclisteymiş gibi hissettirmemizdi. Buna ulaşmak için piyanoyu sahneden indirip seyirciyle aynı seviyeye taşıyarak ve seyirciyi bir meclis gibi piyanoyu saracak şekilde oturttuk. Böylece herkes birbirini görebilecekti. Eserin üç kilit noktasında piyanodan kalkıp seyirciye konuşarak açıkladığım bir senaryo sunuyordum, seyirci de elini havaya yumruk olarak veya açık olarak kaldırıp iki mümkün gidişat için oy veriyordu. Her karar verme noktası için esere iki farklı versiyon yazıp çalışmıştık, o yüzden her konser birbirinden benzersiz olma ve seyircinin kararlarıyla şekillenme özelliğine sahipti.
Oylamaya eserin üçüncü bölümü Açık Gri’den bir örnek: “(Bölümün ilk birkaç saniyesinden sonra piyanonun başından kalkıp odada dolaşmaya ve durumu açıklamaya başlıyorum) “Kuzeydoğu Asya’da Yamnaya kabilesinin bir parçası olarak dağlık bir arazinin önünde kamp kuruyorsunuz. İki seçeneğiniz var: Avcı-toplayıcı olarak kalmak ya da yerleşik hayata geçip çiftçilik yapmak. Hangisini seçerdiniz? Ellerinizle oy verin.”
Eğer avcı-toplayıcılığı seçerlerse heyecan dolu kovalamacayı simgeleyen hızlı bir bölüm çalınır ve bunu toplama kısmını temsil eden daha yavaş ve sakin bir bölüm takip eder. Çiftçiliği seçerlerse, Karadeniz bölgesi müziğinden esinlenen zorlu koşullara sahip çiftçiliği anlatan bir bölüm çalınır.
Eserde daha önce de bahsettiğim gibi hem varolan eserlere atıflar hem de benim yazdığım yeni eserler mevcuttu. Mavi bölümde Debussy ve Ravel’in sık kullandığı paralel tonlardaki gam ve arpejleriyle akarsu efektini verirken Yeşil bölümde bir orman imajı için Oliver Messiaen’in Kuşlar Kataloğu eserinden ses fikirleri alıyordum. Kırmızı bölümde yazılı müzikten ziyade yapısı oldukça sabit bir doğaçlama mevcuttu, amacımız bir zamanlar varolmuşların küllerinden ibaret bir dünya imajı yaratmaktı. Son bölümden sonra ışıklar kapanıyor ama eser bitmiyor, çünkü Sofia konser salonunun üst katının arkasından oldukça dokunaklı bir melodi çalıyor ve seyirci sadece bunun yankısını duyuyor, uzaktan gelen bir umut çağrısı gibi.
Bu projede seyircinin tüm duyu organlarına hitap ettiğimiz bir konser yaratabildik. Okuduğum bölgede buna benzer “müziğin ötesine uzanan” çok sık ve keyifle izlediğim konserler oluyor. Önümüzdeki Temmuz ayında Bayburt’taki Kenan Yavuz Etnografya Müzesi’nin sezon açılışını benzer prensiplere dayalı fakat hafızaya, unutmaya ve hatırlamaya dayalı hibrit bir fotoğraf sergisi konseri ile yapacağız. Bu projenin detaylarını da önümüzdeki bir yazıda açıklayacağım!
Inner Decision © Jonas Šopa, 2024