MAKALE

Ölümünün 50. Yıl Dönümünde Luigi Dallapiccola

19.10.2025


Paylaş:

Toplumsal sorumluluk ile sanatsal hayat arasındaki sıkı bütünleşmenin mükemmel bir ifadesi olan yaşamı, 20. Yüzyıl’ın âdeta bir günlüğü gibi okunabilen müziği ve her şeye rağmen büyük bir adanmışlıkla sürdürdüğü müzik hayatıyla bilinen Luigi Dallapiccola’nın (1904-1975) müzik dünyasındaki etkisini yeniden vurgulamak ve mirasını gelecek kuşaklara aktarmak için, ölümünün 50. Yıl dönümüne ithafen çeşitli etkinlikler, konserler, konferans ve sempozyumlar düzenleniyor.

Bestecinin Il Prigioniero (Mahkûm) adlı eserinin başrolünü Fransa’nın Toulouse kentindeki Théâtre du Capitole’de, İtalya’daki Festival del Maggio Musicale Fiorentino’da ve bu yıl İsviçre’nin Luzern kentindeki Luzerner Theater’da seslendiren, bu eserin kendisinin de en sevdiği eserler arasında yer aldığını ifade eden dünyaca ünlü baritonumuz Levent Bakırcı’nın kaleminden Luigi Dallapiccola…


İtalya’da 1930’ların sonlarında on iki ton müziğine yönelen ilk isimlerden biri olarak öne çıkan Luigi Dallapiccola’nın besteleri, yoğun lirik anlatımı ve derin manevi-idealist içerikleriyle müzik dünyasında benzersiz bir yer edinmiştir.
 
Dallapiccola, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde, günümüzde Hırvatistan sınırları içinde yer alan İstriya bölgesindeki Pisino’da dünyaya geldi. Çocukluğunu doğduğu şehirde geçiren besteci, I. Dünya Savaşı sırasında ailesiyle birlikte Avusturya-Macaristan yönetimi tarafından Graz’a sürgün edildi. Babası, Pisino’daki İtalyan Lisesi’nin müdürü olarak “isyancı” ve “siyasi açıdan güvenilmez” görülmesi nedeniyle bu sürgüne maruz kalmıştı. Dallapiccola, bu dönemi hayatındaki en önemli deneyimlerden biri olarak görür ve yaşadığı karanlık süreci kendi yaşamına yapılmış son derece haksız, zorbalık ve şiddet dolu bir müdahale olarak değerlendirirdi.
 
Graz’daki tiyatro salonlarında izlediği çok sayıda opera temsili, özellikle Richard Wagner’in eserlerinden aldığı ilham, genç Dallapiccola üzerinde derin izler bıraktı; bu etki onu besteci olma yoluna sürükledi. Daha sonra Claude Debussy’nin etkisiyle on iki ton tekniğine yönelen sanatçı, savaşın sona ermesinin ardından ailesiyle birlikte Pisino’ya dönerek Trieste’de müzik eğitimine başladı. 
 
1921 yılında hocası aracılığıyla keşfettiği Arnold Schönberg’in Harmoni Kılavuzu eseri, hayatında derin bir iz bırakacak ve yıllar sonra James Joyce’un “How life begins” (Hayat böyle başlar) sözüyle anımsanacaktı.
 
1922’de lise diplomasını aldıktan sonra Floransa’ya yerleşen Dallapiccola, burada piyano ve kompozisyon üzerine yoğun çalışmalar yaptı. 1930’larda uluslararası arenada ses getiren eserler bestelemesiyle adından söz ettirdi. Partita per orchestra ve Musica per tre pianoforti gibi yapıtları, onun müzik dünyasındaki yükselişine işaret ediyordu. 1938’de Laura Luzzatto Coen ile evlenen besteci, 1940’ta Floransa’daki Conservatorio Cherubini’de kompozisyon kürsüsüne atanarak akademik anlamda da önemli bir konuma geldi, ancak II. Dünya Savaşı sonrası bu görevden ayrılarak piyano öğretmenliğine geri döndü.


Luigi Dallapiccola, 1976’dan önce
 
1938’de çıkarılan Yahudi karşıtı yasalar, Dallapiccola’nın çocukluğunda yaşadığı sürgün anılarını yeniden gün yüzüne çıkarırken, bu derin izler eserlerine de yansıdı. Tre canti di prigiona ve Il prigioniero gibi bestelerinde müziği yalnızca sanatsal bir ifade biçimi olarak görmekle kalmayıp, politik ve etik bir duruşun da ifadesi hâline getirdi. Savaş sonrası yıllarda uluslararası arenada ün kazanan besteci, Avrupa ve Amerika’da konserler verip atölye çalışmaları düzenledi. New York Queens College ve California Üniversitesi gibi prestijli kurumlarda dersler vererek bilgeliğini aktardı. 1949’da Milano’da Riccardo Malipiero, Camillo Togni ve Bruno Maderna ile birlikte düzenlediği Uluslararası On İki Ton Müziği Kongresi, onun müzik dünyasındaki etkisini pekiştiren önemli bir adım oldu.
 
1968’de Berlin’de prömiyeri yapılan Ulisse operası, Homeros’un Odisseia destanından esinlenerek yazdığı ve “tüm yaşamımın sonucu” olarak tanımladığı bir eser olarak dikkat çekti. Bestecinin, 19 Şubat 1975’te Floransa’daki evinde akciğer ödemi nedeniyle hayata veda etmesi, müzik dünyası için büyük bir kayıp olarak hafızalara kazındı.
 
Il Prigioniero
1938’de, totaliter rejimlerin zalimliklerinin giderek artması ve önlerinde açılan uçurumun etkisiyle, entelektüel derinliği, sivil duyarlılığı ve Orta Avrupa ile İtalyan kültürüne olan bağlılığıyla Dallapiccola, insan varoluşunu, acıyı, özgürlüğün değerini, inancı ve umudu sorgulayan derin bir içsel yolculuğa çıktı. Bu sorgulayıcı temalar, onu 1940’da Tre canti di prigiona ve ardından 1948’de Il Prigioniero operalarını bestelemeye yönlendirdi.
 
1939’da besteci, Villiers de l’Isle-Adam’ın La torture par l’espérance adlı kısa öyküsünü okuma fırsatı buldu, bu hikâyede bir mahkûmun, olası bir kurtuluş umuduyla nasıl işkenceye maruz kaldığı anlatılıyordu. Eserin yarattığı derin etki, Dallapiccola’yı 1943’te kendi el yazısıyla hazırladığı librettosunun taslağını oluşturmaya sevk etti. Böylece, operanın 16. Yüzyıl Engizisyonu bağlamında şekillenen Flaman atmosferi ve tarihsel-kültürel arka planı ilham kaynağı oldu.
 
1944’te Il Prigioniero operasının müziğini bestelemeye başlayan Dallapiccola, bu yorucu çalışmasını Mayıs 1948’de tamamladı. Eserin ilk konser versiyonu 1949’da Schengen’de sahnelenirken, ilk tam sahnelemesi 1950’de Floransa Maggio Musicale Festivali’nde gerçekleştirildi, sahne yönetimini de besteci kendisi üstlendi.
 
Dallapiccola eserde leitmotiv kullanımı ve sesler arasındaki sürekli diyalogla dramatik bir yapı inşa etti. Bu yapı, Schoenberg’den esinlenerek “sprechgesang”e yakın bir üslup sergilerken, anlatımın gelişimi sırasında orkestra aniden kesilip sessizlik öne çıkarılarak çarpıcı bir teatral unsur yaratıldı. Böylece, finalde sürpriz bir etki ortaya kondu.
 
Operanın geçtiği ortam, Flamanların İspanya Kralı II. Felipe’ye karşı isyan ruhunu ve baskıcıdan kurtuluş arzularını yansıtan 16. Yüzyılın ikinci yarısındaki, din savaşlarının sürdüğü bir İspanya olarak kurgulanmıştır. Bu seçim totaliter bir devletin siyasi keyfiliğini 16. Yüzyıldaki İspanyol Engizisyonu ile ilişkilendirilmistir. 

Karakterler, isimden ziyade modern dramalarda olduğu gibi soyut rollerle temsil edilmektedir. Eserde yer alan karakterler: Anne (dramatik soprano), Mahkûm (bariton), Gardiyan (tenor), Büyük Engizitör (tenor), İki Rahip, Rahip Kurtarıcı (sessiz rol).
 
Villiers’in orijinal hikâyesinden yapılan değişiklikler, Dallapiccola’nın yaratıcı bakış açısını ortaya koyar. Özellikle Anne figürü, besteci tarafından özgün olarak yaratılmış, kadın sesinin kullanımı yalnızca tınısal farklılık sağlamakla kalmayıp, eserin dramatik anlatımına da derinlik kazandırmaktadır.
 
Mahkûm karakteri, Villiers’in La torture par l’espérance adlı eserindeki Musevi bir haham figüründen esinlenmesine rağmen, dini çağrışımlardan arındırılarak evrensel bir kimliğe bürünmüştür. Eserde, mahkûm Flaman bir direnişçidir ve hücrenin karanlığından yıldızlı bir gökyüzüne, işkence görmüş ve parçalanmış bedenden Mesih’in çarmıhtan indirilişine uzanan, mahkûmun kaçış umudu ile nihai hayal kırıklığı arasındaki dramatik çatışmaya tanıklık ederiz. Böylece eser, yalnızca bireysel özgürlük arayışını değil, aynı zamanda totaliter rejimlerin insan ruhu üzerindeki baskısını da gözler önüne serer.
 
Özgürlük vaadi gibi görünen şey, aslında yalnızca haince bir yanılsamadır. 
 
“Umut, son işkencedir... tüm işkencelerin en korkuncu.”


Levent Bakırcı, 
Il PrigionieroLuzern Tiyatrosu, 2025

BENZER HABERLER


    Akçaağaç Sok. Görhan Apt. No: 1/1A Acıbadem Üsküdar / İSTANBUL | T: 0532 343 9328 | F: 0216 326 39 20