HABER

Opera mı yoksa sahne kantatı mı olduğu tartışmalı eser İzmir'den yola çıktı

12.03.2013


Paylaş:


Tevfik Akbaşlı, Kösem Sultan balesini İzmir'de beğeniyle izlediğim günden beri takip ettiğim bir besteci. Aramızda gelişen bu diyalog sürecinde, ‘Muhteşem Süleyman' adındaki, opera mı yoksa sahne kantatı mı olduğu üzerinde resmi cenahta epeyi gürültü koparılmış eserinin serencamını uzaktan da olsa takip edebildim. Daha önce örneğine rastlamadığım türden bir tartışmaya konu olmuş eserin hangi sınıfa girdiği beni de meraklandırmış ve prömiyeri beklemeye koyulmuştum. Gerçi, ha sahne kantatı olmuş, ha opera, ne fark edecekti ki! Önemli olan, ortaya çıkan eserin izlenmeye değer olup olmadığıydı.

Burada okuyacaklarınız, günümüzde yazılan operalardan ümidini artık iyice kesmiş birinin satırlarıdır. Yurtta ve dünyada ‘opera' adıyla önümüze sürülen eserleri her dinlediğimde, bu sanat türünün ve taşıdığı estetiğin son iyi örneklerini 20. yüzyılın ilk yarısında verdikten sonra tarihe karıştığını daha çok düşünür oluyorum. Opera sanatı öldü demiyorum; bilakis opera, yüzyıllar içinde yaratılmış muhteşem ürünlerinin günümüz sorunsallarını işleyen yaratıcı sahnelemeleriyle hala capcanlı ve kitleleri kendine çekebilen bir sahne sanatı olmayı sürdürüyor.  

Peki neden 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yazılan operaların nerdeyse hepsi çöpe gitti? Sorun, bu operaların tonal dilde yazılmaları olabilir mi? İnsanlığa dair tüm duygu ve hallerin, operanın 400 yılı boyunca, yine insanlığın üretebileceği tüm ezgilerle anlatılıp tüketilmiş olması mümkün müdür? Besteciler son 50 yıldır tonal dilde opera üretiyor ama bunların hemen hepsi bir iki sahnelemeden sonra bir daha indirilmemek üzere rafa kaldırılıyor. Neden? (Bizden sonraki kuşakların zevk nesnesi haline gelmesi muhtemel, atonal dilde yazılmış operaları burada değerlendirme dışı bırakıyorum.)  

Tevfik Akbaşlı'nın son birkaç yıldır, türlü zorluklara göğüs gererek ortaya çıkardığı Muhteşem Süleyman'ı izlediğim sırada ve sonrasında, ne zamandır kafamı kurcalamakta olan bu sorulara yeni yanıtlar aradım; eser hakkındaki görüşlerimi kağıda dökmeyi erteleme pahasına. Çünkü, ne pahasına olursa olsun, gayretine saygı duyduğum bestecisine, eserine ve yüzlerce insanın alın teri döktüğü prodüksiyona haksızlık etmek istemiyorum. Ama korkarım ki, Muhteşem Süleyman da, ‘çağdaş tonal opera' derdime derman olabilecek bir yapıt olmaktan uzak.  

Akbaşlı, Berklee Koleji'nde tamamladığı müzik eğitiminin ardından Mahzun Kırmızıgül'ün filmleri için yazdığı etkileyici müziklerle camiamızda kendine farklı bir kulvar açtı. Duruşu, fikirleri ve ürünleriyle, ciddi senfonik müziklerle popüler müzikler arasında özgün bir alaşım ortaya koyma iddiası taşıyor Akbaşlı. Kösem Sultan balesine yazdığı müzikler ilgimi çekmişti. Makamsal-folklorik etkilenmeler taşıyan, renkli ve kendini dinlettirmeyi beceren bir orkestrasyondu. Bu durumda, benzer bir fotoğrafı önümüze seren Muhteşem Süleyman'ın da aynı ölçüde ilgimi çekmesi beklenirdi. Ama operanın başat unsurlarından ‘insan sesi' bu kez devreye girince aynı etkilenmeyi yaşayamadım. Durağan değil süreğen çalgısal müziğe, aynı karakterde ele alınmış insan seslerinin de katılması, dinleyiciye bir süre sonra bıkkınlık hissi veriyor. Bu izlenimde, eserin akılda kalıcı ezgiler içermemesinin rolü büyük elbette. Film müziğinde bu tarz işe yarar çünkü arada diyaloglar vardır ve müzik dramatik anlarda çıkıp vazifesini görür. Ama operada müziğe dur durak yoktur. Sağlam ezgileriniz yoksa, dinleyiciyi bıktırıp eserden koparmanız an meselesidir. Operanın anlatıcısı Altuğ Dilmaç'ın, bahsettiğim ‘diyalog' görevini üstlendiğini söylemek pek mümkün değil.  

Muhteşem Süleyman'da takıldığım noktalardan biri de eserin gereğinden uzun bir zaman dilimine yayılması. Böyle ‘muhteşem' bir kişiliğin tüm yaşamını operaya dönüştürmek, içi kolay doldurulabilecek bir iş değil. Oğullarını katletmesi, Hürrem'e aşkı, Pargalı ile ilişkisi gibi, Sultanın yaşamının trajedi-aşk-ihanet içeren sayfalarına odaklansaymış eser, kanımca dramaturjik açıdan çok daha bütüncül ve etkileyici olabilirmiş. Eser bu haliyle, sultanın çocukluğundan ölümüne değin upuzun yaşamının 20 küsur tabloda anlatıldığı bir epik sahne eseri niteliğinde. Işık Noyan'ın librettosu da eserin taşıdığı epik havaya son derece uygun ama gelgelelim, lise tarih kitabı edasında, sıkıcı ve didaktik bir dille kaleme alınmış.  

Tablo geçişlerini sağlayan sayıca ve sürece çok sayıdaki taksim tempoyu düşürüyor ki bu soruna çare bulunmalı. Koro partilerinde sıkça gözlemlenen prozodi sorunları üzerinde de durulacaktır mutlaka. Rejisör Mehmet Balkan'ın, dekoratör Tayfun Çebi'nin elinden çıkan, stilize Selçuklu motifli beyaz ahşap paneller kullanma fikri, Müfit Özbek'in devingen ışık kullanımının da yardımıyla, eserdeki genel durağanlığı aşmada hatırı sayılır işleve sahip. Muhteşem Süleyman'ın en beğendiğim yönlerinden biri, Sevda Aksakoğlu imzasını taşıyan zevk ürünü kostümleri oldu. 

Prömiyer gecesindeki şancıların tümü, rolleriyle bütünleşmiş olduklarını izleyiciye hissettirdiler. Özellikle Gökhan Koç (Sultan Süleyman) ve Levent Gündüz (Pargalı İbrahim) gecenin bir adım öne çıkan solistleri oldular. Yine bir İzmir DOB yapımı olan Simon Boccanegra'ya da çok yakışmıştı Koç; Kanuni rolü de ona usta bir terzi işi gibi oturmuştu. Gündüz de operadaki tali rolünün hakkını parlak sesiyle verdi.  

Tulio G. Varas yönetimindeki orkestra, Akbaşlı'nın koro partilerinde Orff'tan yoğun etkilenmeler taşıyan, makam müziğimizden de tangodan da yararlanan dinamik ve seremonyal müziğini etkileyici biçimde icra etti.  

Muhteşem Süleyman bir sahne kantatı mı yoksa bir opera mı? ‘Opera olamamış, biz buna sahne kantatı diyelim' tartışmasını anlamız ve özden uzak buluyorum. Eser, yeri geldiğinde, konsertant icra anlayışıyla da pekala izleyicisiyle buluşmaya devam edebilir. Bestecisi bu işe ne der bilemem ama ben bir izleyici olarak bu türsel değişiklikten gocunmam, eserini gözden geçirip gerekli iyileştirmeleri yapması kaydıyla elbette. Unutmayalım ki, opera tarihi nice büyük dâhi bestecinin sayısız kez elden geçirdiği yapıtlarıyla dolu...

Serhan Bali

Kısaltılmış hali Radikal gazetesinde 12 Mart 2013 tarihinde yayımlanan köşe yazısının tam versiyonudur.


Akçaağaç Sok. Görhan Apt. No: 1/1A Acıbadem Üsküdar / İSTANBUL | T: 0532 343 9328 | F: 0216 326 39 20