14.09.2011
Fazıl Say 'hayatımda sadece bir kez gidebildim' dediği Niğde'ye, Van'a, Kayseri'ye müziğiyle yeniden gitmek istiyor.
'Halkımı klasik müzikle tanıştırmak zorundayım'
Fazıl Say…
Gerçek sanatın amacı, ne sadece hayatı olduğu şekliyle temsil etmek, ne bir kaçış heyecanıyla hayatın gerçeğinden firar etmek, ne de hayatı değersizleştirmektir. Gerçek sanatın amacı, daha çok, hayatın bedelini verip hayatı geri almaktır.
Klasik Çin metni 'Konfüçyüs'ün Bilgeliği'nin bir bölümünü oluşturan 'Liki'de beyan edildiği gibi;
'Üstün insan, insan doğasının yeniden keşfedilmesi yoluyla insan kalbinde ahenk yaratmaya uğraşır ve insan kültürünün mükemmelleştirilmesinde bir vasıta olarak müziğin derecesini yükseltmeye çalışır. Böyle müzik yaygınlaştığı ve kişilerin zihinleri doğru ideallere ve gayelere yöneltildiği zaman, büyük bir milletin ortaya çıkışını görebiliriz.'
Bu sözlerin içi gibi yaşayan, üreten, düşünen bir fikir ve müzik insanı Fazıl Say… Bir toplumun gelişebilmesi için müziğin önemini bilen, bu uğurda günde 3-4 konser vermekten kaçınmayan, projeler yaratan, fikirler üreten, besteleriyle insanları saklı kalmış duygularının çıplaklığında bırakıveren ama kalabalıkların içinde yalnızlığına ve özgürlüğüne muhtaç, zaman zaman hüzünlü, zaman zaman tebessüm içinde bir hâl…
Yorulmadan, bıkmadan, usanmadan çalışıyor, üretiyor, anlatıyor…
İnanç ve samimiyet…
İnsanlığa kalıcı izler bırakanlar ve bırakacak olanlar, inandıkları gibi yaşayanlardır…
Her sanatçı farklı kulvarlarda bir tür elçilik yapıyor. Kimi Doğu ile Batı arasında köprü oluyor, kimi müziğinin içine sevgi temasını yerleştiriyor. Siz de toplumlar arasında,geçmişte yaşanmış sorunlara parmak basıyor ve irine neşter vurarak cerahati sanatla akıtıyor, dönüştürüyorsunuz. Bir Nazım Hikmet projesi, bir Metin Altıok projesi… Tüylerimiz ürpererek dinlediğimiz ruhsal ve sarsıcı projeler bunlar. Milyonların yıllarca içinde biriktirdiği duyguların salıverilmesi sizin yaratımlarınız üzerinden gerçekleşiyor. Siz de toplumun içinde birikenlerin dışa vurumunun, müziğiniz kanalıyla olduğuna ve bu doğrultuda bir tür elçilik görevi yürüttüğünüzü düşünüyor musunuz?
Elbette. Ancak, bir besteci sadece toplumlararası diyalogları, sorunları gidermek için beste yazmaz. Sırf sevdiği için de eser yazar. Metin Altıok ya da Nazım Hikmet projelerini sevdiğim için yazdım. Onlar çok büyük sanatçılardı ve benim hayatımda iz bıraktılar. Yirmili yaşlarımda Nazım'ın 'Yaşamaya Dair' şiirini her gün okudum. Her okuyuşta farklı bir mekân, farklı bir ruh hali, farklı bir zaman dilimi ve enerjiyle okudum. Kimi zaman ağladım, kimi zaman güldüm, kimi zaman enerji aldım, kimi zaman pesimizm, melankolizm…Ancak bir sanatçının kendi sorunları, kendi yaraları da vardır. Yaşadığımız toplumda, biz sanatçıların uğradığı 'dışlanmışlıklar' var. Mesela Sivas olayları bu yaraya parmak basar. Metin Altıok projesi, tamamen Sivas'ta yaşanan olayları kavrayan bir eser değildir ama son bölümdeki Metin Altıok'un ölümü, eserin olmazsa olmazıdır.
Bizlerin, Türkiye'de yaşayan sanatçılar olarak, sosyal ve psikolojik çok sorunu var. Bunların, herbirimizin bünyesinde yarattığı etkileri bir şekilde eserlere dökmek gerekiyor. Nazım'da olsun, Metin Altıok'da, 'Haremde 1001 Gece'de olsun, hepsinde bu özlemler var. Halka dokunma, onunla dost olma çabası var. Çünkü kimi zaman, bunu söylemesi zor ama, biz dost olmak istesek de bizimle dost olmak istemeyen bir toplum kesimi ile karşılaşabiliyoruz. Kendi tabularından çıkmak istemeyen, hiçbir şeyi kabul etmeyen veya yaptığımız müziğe 'gavur' müziği diyerek daha en baştan duvarı ve seti çeken kesimler var ülkemizde. Bütün bunlar aşılması zor engeller. Yaralayıcı, zorluk çıkarıcı, hayata biraz küstürücü engeller aslında.
Tek başıma mümkün değil…
Besteci olmanızın yanı sıra düşünce insanısınız da. Bu topraklarda doğup büyümüş ve toplumun sorunlarını yakından bilen biri olarak, sorunlar karşısında sessiz kalmıyor, tepkilerinizi açık yüreklilikle ortaya koyuyorsunuz. Hatta 'duvarı ve seti çeken' kesimleri karşınıza almayı göze alarak… Ülkemizdeki 'ötekiler' ve diğer 'ötekiler' arasındaki tartışma, sizin isminiz üzerinden yürütülüyor sanki. Ne dersiniz?
Bir sanatçının tanınıyor olması ve siyasi, magazinel bazı olayların içine karışmışlığı söz konusuysa, o insan o zaman belli bir kesimi de temsil ediyor demektir. Siz de bir çellistsiniz. Konserler veriyorsunuz. İnanın aynı duyguları, toplum size karşı da besliyor. Benim ismim üzerinden, arkamdaki kesime yansıyan bir bakış açısı var. Çoğu zaman gelen tepki, bana değil, yaptığım müziğedir. Bütün bunlar Türkiye'nin sosyal ve kültürel sorunlarıdır. Sadece benim ismim üzerinden almak da doğru değil. Toplumun sanatla hesaplaşması, sanatçısını bağrına basması lazım.
Ülkemizde gecekonduda yaşayan insanları düşünüyorum. İzlediği televizyonda sanatla ilgili hemen hemen hiçbir şey yok. Müzik marketine gittiğinde de klasik müziğe öyle hemen ulaşamıyor. Sadece birkaç mağazada klasik müzik kaydı satılıyor. Ayağına gelen bir şey değil yani. Okullarda, üniversitede yok! E, böyle olunca, bu insanın tanışma şansı da olmuyor bu müzikle. Öğrenmemişliğinin sebebi ona gösterilmemiş ki… Bilmiyor.
Ben hiçbir zaman aşağılayıcı olmadım. Aksine götürücü, tanıştırıcı olmaya çalıştım. Zaman zaman tanıştırıcı olmak bile yaralayabiliyor insanı. Bu sefer de, 'Sen bize öğretiyor musun?'a dönüşebiliyor iş. Cevabı, aslında şu: 'Evet, öğretiyorum. Tanıştırmak, öğretmek zorundayım çünkü.'
Ama bunu 70 milyonluk bir ülkede tek başıma yapmam mümkün değil. Bir sistem dâhilinde, Milli Eğitim ve Kültür ve Turizm bakanlıkları tarafından 'toplu kültür siyaseti'ne dönüştürülmesi lazım bu işin. Bununla ilgili çok fazla makale de yazdım ama bir türlü istenilen sonuçlara ulaşılamıyor. Bizim kendi başımıza piyano çalmamız, Cemal Reşit Rey veya Lütfi Kırdar konser salonlarında küçük bir azınlığa çalmamız, ülkemizde gerçekleştirilmesini arzu ettiklerimiz için yeterli değil.
2002 ile 2005 yılları arasında Doğuş Otomotiv sponsorluğunda 'Türkiye Yollarında Bir Virtüoz' projesinde mekân, zaman, seyirci ayırımı yapmadan il il dolaştınız. Paris'te, Viyana'da konser verdikten hemen sonra, günde üç konserle Diyarbakır'daki, Van'daki dinleyicilerle buluştunuz. Bu projenin omurgası neydi? Sizi dinleyenlerin üzerinde ne gibi etkiler bıraktınız, nasıl algıladılar sizi? Ve bu projeyle yüreklere, bilinçaltlarına hangi tohumları ekmiş olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Evet, günde üç konser yapıyordum. Sabahları ilkokul-lise, öğleden sonraları üniversite konserleriydi bunlar. Hepsi söyleşiliydi. Mozart'ı, Beethoven'i çalmadan önce açıklamalar yapıyordum, konseri daha anlaşılır kılmak için. Parçanın konusu ne, bestecisi kim, niye bu eseri yazmış, ben bu eseri çalarken neler hissediyorum gibi ön bilgiler vererek başlıyordum.
Çaldıktan sonra da eserle, benimle, müzisyen olmakla ilgili soruları cevaplamaya çalışıyordum. Akşamları ise bilet satışlı, halkın geldiği konserler organize ediliyordu. Öyle ki, Kayseri, Niğde gibi şehirlerde bir gün içinde 3000 kişiye çalıyordum. Bu çok ciddi bir rakam. Neredeyse bütün evlerde konuşulan bir kültür faaliyeti haline geliyordu bu konserler. Ama bu, bir kere oldu. Hayatımda sadece bir kere gidebildim Niğde'ye, Van'a, Kayseri'ye.
Önemli olan şu; sadece benim gitmemle hiçbir şey çok fazla yerine oturmaz. Ayda bir-iki kez birilerinin gidip bu kitlelerle buluşması lazım. Aksi takdirde Erich von Daniken'ın 'Tanrıların Arabaları'nda anlattığı gibi, yok UFO inmiş, piramitleri yapıp uzaya geri dönmüş gibilerinden saçma sapan bir anlamsızlığa dönüşebilir. 'Hayattayken Mozart'ı da bir kez dinlemiş olduk' dedirteceğiniz bir olay değil bu…
'Aydınlanmacılık' denilen şey, sadece Mozart'ın adını bilmek ve hayatta bir kez olsun o müzikle tanışmış olmak demek değil. O müzikle hayatı arasında etkileşim kurmak, o müzikle hayatında doyumu hissetmek, onun ekmek, su kadar mühim bir şey olduğunu ve iyi müziğin temsilcilerini dinleyerek doyum elde edebileceğini göstermekti benim amacım.
Hoşgörü toplumu değiliz
Ülkemizde, bir türlü kaynaşma içinde olamayan hatta zaman zaman birbirlerine burun kıvırdıkları bile gözlemlenen Klasik Batı Müziği ve Klasik Türk Müziği çevrelerinin aralarındaki kopukluğu ve birbirlerine yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye'nin çok toplumlu, çok görüşlü, çoksesli mozaiğine karşı, öyle zannedildiği gibi bir hoşgörü toplumu değiliz. Klasik Batı Müziği, devletin istediği bir şey. 1930'larda devlet bir yıllığına ülkedeki diğer bütün müzikleri yasaklamış Atatürk zamanında. Bu yasaklamadan kaynaklanan bir tepki var zaten. Deneme yaptılar ve başarısız oldu. Elbette başarısız olur, çünkü saçmalıktı. Birkaç ay sonra bu karar iptal edilmiş ve diğer tüm müzikler yeniden hayata girmiş. '1930'da siz sadece klasik müzik çaldırdınız! Faşizm yaptınız!' gibi, aslında kendilerinin de inanmadığı, karınlarında hiçbir zaman oturmamış yalan hücreler bunlar.
Ben sadece kendimden örnek vermek istemiyorum; 'Nazım' yaptım, 'Kara Toprak' çaldım diye… Ulvi Cemal Erkin'den Cemal Reşit Rey'e kadar tüm bestecilerimize baktığımızda, hepsinin, Türk Halk Müziği, İstanbul müzikleri, Mevlevi müzikleri, Alevi müziklerine varana kadar, her şeyden etkilendiklerini görüyoruz. Bütün bu malzemeleri eserlerinde kullanmışlar. Horonlar var, halaylar var, köçekçeler var…
Bu noktadan bakınca, toplumun müziği ile senfonik müzik içe içe aslında. Türk Beşleri'nde ve sonraki jenerasyonda, niye bir yabancılaşma olsun? Bu 'yabancılaşma' tabiri, bestecilere atılan bir iftiradır. Çünkü onlar görevlerini yaptılar. Hatta içtenlikle ve severek yaptılar. Burada Batı müziğine karşı tepki duyulması söz konusudur. Bu tepkinin sebepleri ne olabilir, diye düşünüyorum. Şu bir gerçek ki, tanışmak yetmiyor, üzerine düşmek, öğrenmek lazım. Bu tanışıklığın derinleşmesi lazım. Uğraşacaksın yani. Yeterince uğraşmamış bir insan da sanki, küçümsenecekmiş gibi bir psikolojiye kapılınca bu his onda bir kompleks yaratıyor tabii. 'Ben bu müziği bilmiyorum' şeklinde kompleksler geliştiriyor. Bu tavrının sonucu olarak, Batı müziği yapana karşı agresifleşebiliyor.
Klasik Batı Müziği ile ilgilenen yazarlar, besteciler, ressamlar, yorumcular 'ötekileştirilmiş' topluma karşı snob bir tavır sergileyerek, kopuk bir toplumun temellerini atmıyorlar mı?
Türkiye gibi, bu denli dağılmış, birbirlerine karşı 'ötekileştirilen' bir toplumda, kimsenin kimseye yanaşma isteği yok. Buna ha ego, ha kariyer, ha snob tavır demişiz. Bu köprüleri kuran fikirler lazım. O köprüler de kolay kurulmuyor. Bir de son 15 yıldır, müthiş bir magazinleşme var. Beethoven bugünün Türkiye'sinde yaşasa o da magazinden payını alacaktı kesin. Böyle olunca da, magazini küçümseyen elit ve aydın kesim hemen karşı tavır alıyor. Bu durumda, sanatçının hiçbir yönden şansı kalmıyor diye düşünüyorum Türkiye'de.
Projelerinizde Klasik Batı Müziği ve Klasik Türk Müziği'ni yan yana getirebiliyorsunuz. Âşık Veysel'in 'Kara Toprak'ını çalmanız, Yavuz Bingöl'le Âşık Veysel ve Arif Sağ projelerinde bir araya gelmeniz gibi… Sistemli çalışmanın yansıması olarak her iki kesim arasında buluşma köprüsü mü yaratmak istiyorsunuz? Yoksa bir anlamda dinleyiciyi kalıplarından ve beklentilerinden uzaklaştırarak her şeyin 'teklik' felsefesinden geldiği fikrine yakınlaştırmayı mı arzuluyorsunuz?
Ben bir piyanistim ama aynı zamanda besteciyim. Bestecinin her tür müziğe açık olması lazım, yaratabilmesi için. Aynı zamanda günümüzde yapılan müziklerle de iletişimde olması lazım. Mercan Dede'yle de çaldım, Sezen Aksu'yla da, Boby McFerrin'le de. Bugüne dek tanıştığım besteci meslektaşlarımla hemfikir olduğumu gördüğüm bir konu var ki o da şudur: Hiçbirimiz evde klasik müzik dinlemiyoruz. Neden dinlemiyoruz? Çünkü etnik müzikler dinleyerek ufkumuzu genişletmek istiyoruz. Beethoven'in Dokuzuncu Senfoni'sini iki yüzüncü kez dinlemek yerine, Afganistan'dan bir müzik ya da Hindistan'dan gelen 'tabla' sesi, daha fazla ilgimizi çekiyor. Bütün bu seslere açık olmak zorundayız, gezegenin tamamına hitap edebilecek müzik dilini yaratmak için.
Mercan Dede ile yaptığınız konser çok tartışıldı. Siz bu projeyi de farklı bir amaç için yaptınız. Neydi bu amaç?
2001 yılında şef Zubin Mehta yönetiminde İsrail Filarmoni Orkestrası ile çaldım. Bu konserlerden birinin adı, 'Concert in Jeans' idi. Müzisyenler ve şef kot pantolonlarıyla sahneye çıkıyorlardı. Konsere sadece gençler para vermeden girebiliyordu. Sonra da bir parti organize ediliyordu. Gençleri klasik müziğe çekme, onları klasik müzik konserlerine gitmeye alıştırma adına yürütülen bir projeydi bu. Benzer konserleri daha sonra Fransa ve Amerika'da da gördüm. 'Ben bunu Türkiye'de nasıl yapabilirim' diye düşündüm ve sonunda, sevilen bir DJ olan Mercan Dede ile bir araya gelip 8000 kişilik bir açıkhava tiyatrosunda sahneye çıktı. Bu aslında bir DJ konseriydi ve sonunda tıpkı İsrail ve diğer ülkelerde olduğu gibi, bir partiyle devam ediyordu. Benim deplasmanda olduğum bir kitleydi, zaten sunumunu da bu şekilde yaptık.
Bu projede Mercan Dede benim davetlimdi ama benim onun kitlesine ulaşmam ve piyanomla beraber Bach'la, Beethoven'le var olmamdı asıl amaç. İzmir ve İstanbul'da gerçekleştirdik bu konserleri. Sonuç hiç fena değildi. İzmir'de 15.000 kişi vardı. Bugün İzmir'de resital yaptığınızda satılan bilet sayısı en fazla 150'dir. Çalan çok meşhur da olsa bu değişmez. Bu 15.000 kişiden yüzde 10'u geri dönüş yapsa, bu 1500 kişi demektir. Bu bir katkıdır. Konser bileti satın aldırmak, konsere gitme alışkanlığını edindirmek adına. Onun için bütün bu deneyimleri yaşamamız gerekiyor. Kimi zaman eleştirildim bu konuda. 'Tribünlere oynuyor' denildiği durumlarda ben hep iyi niyetliydim ve bambaşka fikirlere sahiptim. Bazen kendimizi ateşe atmamız gerekebilir. İzmir'de 150 bilet satılmasına razı olmamak ve bu döngüyü kırmak adına bir şeyler yapmamız gerekiyor. Aksi takdirde toplumla ilişkimiz yavaş yavaş kopuyor ve sonunda dışlanan yine bizler oluyoruz.
Huzuru evimde buluyorum
Hangi duygu halleri sizi yaratım içine sokar? Ve içinizdeki o 'kuytu köşe' sizi nasıl besliyor?
Benim için, müzik çalışabilmem ve yaratabilmem, içimdeki huzurla doğrudan ilgili. İnsan yaşamın kıyısına gitmeli. Karnının içindeki en dip köşeye giderek orada bir rahatsızlık, huzursuzluk varsa önce onu tedavi etmeli, müzik bile yapmadan önce. Hatta herhangi bir şey yapmadan önce… Çünkü en dipteki hayat kıvamının fokurdaması, yanlış sonuçlar doğurur. Ve insan, benliğiyle ve ruhuyla çalmalı her notayı. Bedeniyle çalmamalı. Elinden önce ruh gitmeli o sese… Bu açıdan bakınca, bir müzisyenin, yaşamını son derece içsel bir hale dönüştürmesi lazım. Ben de hayatımda böyleyimdir. Muazzam bir yalnızlığa çekilip, saatlerce kendimi dinleyip ondan sonra çalışmaya başlarım. Dışarıya çok az çıkarım. Neredeyse hiç çıkmam gibi bir şey. Ayda iki kere bir yere akşam yemeğine giderim. Çoğunlukla evimdeyimdir. Evimde, bahçemde huzuru bulabiliyorum. Ve beste de o zaman çıkıyor, yeni bir eserin benliğe geçmesi de o zaman oluyor.
Hayatınız prova, konser, kayıt, turne döngüsü içerisinde sürekli seyahat etmekle geçiyor. Neredeyse her gün başka bir şehirde uyanıyorsunuz hayata… Bu yüzden, 'az sonra gidecekmiş' duygusu hâkim olmalı bedeninizde hep… Ama ruhunuz bedeninize inat, müziğinizin içinde yerleşik bir yaşam sürüyor… Ne enteresan bir çelişkidir ki, düzenli yaşayan insanlar, bedenen yerleşik bir hâl içinde olmalarına karşın, ruhları hep gitmek ister, bir yere yerleşemez… Nasıl yorumluyorsunuz bu çelişkiyi?
Evet, her hafta uçakla bir yerlere gidip konserler vermem gerekiyor. Bunu müzik yapmayı sevdiğim için yapıyorum. Yoksa yorucu ve zor bir hayat. Gittiğin yere göre saat farkından kaynaklanan zorluklar, otel odaları, sevdiklerinden, evinden günlerce ayrı kalmak… Alışması kolay bir durum olmadığı gibi, temposu da zorlayıcı. Ancak bütün bunlar müzik sevgisinden dolayı yapılıyor. Ruhsal bakımdan ise, gerçek bir sanatçının ruhu, sanatıdır zaten. Onun vatanı sanatıdır. Sorunlu zamanlarında, müzikten bunaldığında, dünyanın neresine gidersen git, istersen Antarktika'ya kaç, o vatanı o şekilde beraberinde götürürsün. Mutsuzluğunla kaçarsın. Mutluluk veya mutsuzluk faktörleri yön verir.
Müziğin toplumlar ve bilinçaltları üzerindeki etkileri nelerdir? Ve sizce toplumların ve dünyanın gidişatı müzikle iyileştirilebilir mi?
Şu yaşadığımız dünyada, Ortadoğu'daki savaş, bir türlü gelmek bilmeyen barış, Türkiye'deki karışıklıklar… Kimi zaman tarafız, kimi zaman seyirci. Böyle bir dünyada müzik gerçekten hangi rolü oynayabilir? Bu konuda ciddi araştırmalar yapılmalı. Yalnız, size ilginç bir örnek vereyim. Daniel Barenboim, Batı Doğu Divanı Orkestrası adıyla bir topluluk kurdu. Bu orkestra İsrailli ve Filistinli gençlerden oluşan bir orkestra. Barenboim Yahudi'dir. Fakat kendisi geçen yıl Filistin vatandaşlığına geçti. İsrail'de büyük bir skandala, dünyada ise büyük bir sansasyona neden oldu bu davranışı. Kendisiyle konuştuğumda bana şöyle dedi: 'Düşünsene, bu insanların biri İsrailli diğeri Filistinli. Sevgisizlik, düşmanlık had safhadayken, bu iki insanı yan yana oturtarak aynı notayı, aynı arşe ile, aynı duygu ile çalmak için birlikte gayret göstermelerini istiyor ve bekliyorsun. Bu bir adımdır. Bu bir varoluş hücresidir. Bir milyar kötü hücre varsa, bir tane de iyi hücre var.' Bence benzer bir projeyi Türkiye'de de uygulamak lazım, kutuplaşmayla, hizipleşmeyle ilgili konularda.
'Nazım Oratoryosu' da bu bağlamda, toplumun yıllarca içinde birikmiş duygularının sizin yaratımınız üzerinden salıverilmesiydi adeta. Toplumlar arasında, geçmişte yaşanmış sorunlara neşter vurarak, cerahati sanatla akıtıp dönüştürdünüz.
Nazım'la halk arasındaki köprüyü hücresel bir şekilde oturtmak, iyi anlaşılmasını sağlamak, onun da bir insan olduğunu, kendine has düşünceleri olduğunu ve saygı duyulmayacak hiçbir tarafı bulunmadığını göstermek istedim. Nazım Hikmet komünist olduğu için haksızlığa uğramış bir insandır. Bence buradaki temel sorun budur.
Yakın bir zamanda 'Akdamar' projesiyle, Türk-Ermeni ilişkileri adına yeni bir kültür köprüsü kurarken göreceğiz sizi.
'Akdamar' bir bale eseri olacak. Ben de tıpkı Barenboim gibi 200 kişiden oluşmasını düşündüğüm kadronun yüzünü Ermeni, yüzünü de Türk sanatçılardan oluşturmayı planlıyorum. Hatta İstanbul ve Erivan senfoni orkestraları ile birlikte çalışmayı düşünüyorum. Böylesi dostluk projelerinde ne Barenboim bir ilktir ne de ben sonuncuyumdur. Bu hep akacaktır. İnsan, sanat üzerinden iyi niyete varabilir çünkü.
Sahneye çıplak ayakla çıkmak zorunda mısın?
Patricia Kopaçinskaya ile sahnelerdeki performanslarınız unutulmayacak nitelikte. İstanbul'da Cemal Reşit Rey Senfoni Orkestrası ile birlikte 'Haremde 1001 Gece'nin Türkiye prömiyerini gerçekleştirdiniz. Kopaçinskaya eleştirmenler tarafından 'ruh ikiziniz' diye tanımlanıyor. Aynı frekansta, tek bir kişi gibi algılıyorsunuz müziği adeta… Ve görsellik de önemli yer tutuyor konserlerinizde. Sahneye çıplak ayakla çıkıyor olması da konseptinizin bir parçası mı?
Patricia ile dört yıldır çalıyorum. Önceleri her konsere çıplak ayakla çıkması, aramızda espri konusu olmuştu. Acaba hangi salonun sahnesinin tozu daha fazla? Dortmund ne kadar da temizmiş. Bir de Aspendos'ta çalsa neler olurdu? (Gülüşmeler). Daha sonra benim sevmediğim bir aşamaya geldi bu durum. Çünkü konserlerimizden sonra bütün manşetler 'çıplak ayaklı keman prensesi' şeklinde atılmaya başlandı. Çıplak ayak manşete dönüştü. Patricia'nın kişiliğinin, müzisyenliğinin ve olağanüstü yorumculuğunun yanında bu 'çıplak ayak' bir detaydır sadece. İşte bu noktada ben karşı çıktım. 'Zorunda mısın?' diye sordum, o da dedi ki: 'Elbette değilim. Ayakkabı da giyilir ve öyle de çalınır. Ama ben böylece yerden enerji alıyorum ve kendimi bu şekilde daha 'uğurlu' hissediyorum.' Bir süre sonra bu dönemi atlattık ve insanlar Patricia'ya alıştı. Çıplak ayağına da kimse bakmıyor artık. Beethoven'i nasıl çalacak, Mozart'a ne katacak gibi düşünceler hâkim artık… Bizden beklenen, büyük bestecilerin en tanınmış eserlerine bile 'ilk seslendiriliş' damgasını koyabilmek, o yenilikçi anlayışla çalabilmek. Bunu gerçekleştirmeye başlayınca, gerisi de önemsiz olmaya başladı.
SÖYLEŞİ: RAHŞAN APAY