23.12.2011
Ödüllü piyanist Elif Şahin, Fazıl Say'ın "Dört Şarkı"sının Türkiye prömiyerini, 13 Aralık'ta, Antalya Piyano Festivali'nin gelenekselleşen "Andante Gecesi"nde Polonyalı bas Szymon Chojnacki ile birlikte yaptı. Şahin ve Chonacki aynı resital programını 23 Aralık Cuma akşamı Borusan Müzik Evi'nde sunmaya hazırlanıyorlar.
Ankara'da dünyaya geldiniz ama müzik eğitimine İzmir Dokuz Eylül Konservatuvarı'nda başladınız. Şartlar sizi neden ve nasıl oldu da doğduğunuz yer olan Ankara değil de İzmir'de müzik eğitimiyle tanıştırdı.
Evet, sizin de belirttiğiniz gibi tamamen şartlara bağlı olan bir şeydi bu. Babam İzmir Devlet Opera ve Balesi'nde çalışmaya başladığı için ailem İzmir'de yaşamaya başladı ve ben de müzik eğitimime önce Dokuz Eylül Konservatuvarı'nda başladım.
İki yıl sonra, 15 yaşında, Hacettepe Konservatuvarı'nda Kâmuran Gündemir'in öğrencisi oldunuz. Piyano pedagojisi alanında bir efsaneye dönüşen rahmetli hocanızı bir de sizden dinleyebilir miyiz? Hocanızın size kattığı değerler arasında en önem verdikleriniz hangileridir?
Dünya çapında öğrenciler yetiştiren değerli hocamın, beni dinlemesi ile sınıfına alması bir oldu. Bu benim için hayatım boyunca karşılaşacağım en büyük olanaklardan biriydi. Bunu özellikle eğitimimi Almanya'da devam ettirdiğimde anladım. Örneğin, Kâmuran Hoca'nın sınıfında öğrendiğim 'notaları doğru okuma kültürü'nün (bu cümleyi şöyle açıklamaya çalışayım; örneğin, Beethoven'in hiçbir sonatı Kâmuran Hoca'nın sınıfında tarih ile veya resim sanatı gibi sanatın diğer dalları ile bağlantı kurulmadan çalınmazdı) ve tüm bu ayrıntıların piyano çalışımdaki olgunluğa nasıl yansıdığını ve bu özelliğe Avrupa'daki okullarda okuyan öğrencilerde çok da sık rastlanmadığını fark ettim. Bizim, Kâmuran Hoca'dan öğrendiğimiz sadece mükemmel bir teknik, olağanüstü bir müzikalite değildi, notaların arkasında yatanları da öğreniyorduk. Bir de, Hocam bizlere müziğe ve bestecilere 'hizmet' etmenin sahnede kendimizi kanıtlamaktan çok daha önemli olduğunu öğretti. Bu iki nokta, şu anda Almanya'da öğretim görevlisi olarak çalıştığım Stuttgart Müzik Yüksek Okulu'nda öğrencilerime her zaman tekrar ettiğim önemli noktalardır.
Lied şarkıcılığı Batıda çok önem ve değer verilen bir tür. Ama lied piyanistliği için aynı yorumda bulunmak mümkün değil. Genellikle üstünkörü değerlendirmelere tabi tutulduğunu söyleyebilir miyiz lied piyanistliğinin?
Bu nokta son yıllarda hayli gelişti. Hem piyanistin hem de şancının değerlendirildiği lied-duo yarışmalarının ve hemen her müzik yüksek okulunda açılan lied sınıflarının bu gelişmedeki katkısı büyük. Lied piyanistlerinin üstünkörü değerlendirilmelere tabi tutulmalarının sebeplerinden biri de bu işi yapan piyanistlerin yoruma katkılarının yetersiz oluşudur. İçinde metin ve şiir barındıran bir eserin doğru yorumlanması sadece notaların değil, metnin de piyanoda çalınması ile gerçekleşebilir. Metin yani şiir 'çalabilmek', piyanodan farklı renkler çıkartabilmek için de büyük bir olanak. Bu başarılamazsa lied piyanisti her zaman ikinci planda kalmaya mahkûmdur.
Lied piyanistliğinde dikkat edilmesi gereken noktaları bu alanda uzmanlaşmış bir sanatçı olarak sizden öğrenebilir miyiz?
En önemli nokta, bir lied piyanistinin notaları değil 'şiiri çalabilmesidir'. Lied bir üçgen olarak düşünülürse, üçgenin en üst noktası şiir, sol alt noktası besteci, sağ alt noktası ise yorumcudur. Yani henüz müzik ortaya çıkmamışken şiir vardır, besteci şiiri seçtikten sonra müziği ortaya çıkartır ve en az şancı kadar piyanistin yorumlarının da doğru olması için, şiirden yola çıkmamız gereklidir. Doğru lied yorumu, şiiri kavrayıp, Hans Eisler'in deyişiyle şiirdeki 'haltung' yani 'duruş'umuzun belirlenmesiyle gerçekleşebilir. Sadece müzikten yola çıkarak yapılan yorumlar hem üstünkörü hem de çoğu zaman yanlış olabilir. Ayrıca piyanist çalışırken metni de söyleyerek çalışmalıdır ki her an şiirle birlikte olabilsin.
Lied sanatı Türkiye'de ne yazık ki yerleşmiş bir tür değil. Dinleyicilerimizin çok az bir kısmı bu sanata ilgi duyuyor ve layıkıyla anlayabiliyor. Sizce böyle olmasının nedenleri arasında hangi etkenleri sayabiliriz?
En büyük engel dil. Lied repertuvarının yüzde sekseni Almanca şiirlerden oluştuğu ve tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de İngilizce daha yaygın bir yabancı dil olduğundan dolayı ülkemizdeki dinleyicilerin bu sanatla yakınlaşması ancak, lied konserlerindeki programların şiir çevirilerini içermesiyle mümkün olabilir.
Benim de hayranı olduğum mezzosoprano Brigitte Fassbaender ile çalışmışsınız. Bu büyük yorumcu ve hoca üzerinizde nasıl bir etki bıraktı? Onun kendine has lied yorumculuğu hakkında neler söylersiniz?
Brigitte Fassbaender olağanüstü bir sanatçı kişilik; benim üzerimdeki en büyük etkilerinden biri, yorumlarındaki ses-metin bağı oldu. Onunla çalıştığımda hem şancıya hem de piyaniste bu konunun önemini anlattığına her zaman şahit oldum. Onun en sevdiğim cümlelerinden biri şudur: 'Die Oper profitiert vom Liedgesang' (Opera lied'den yararlanır').
2010 yılında Hugo Wolf Lied Yarışması'nda Fassbaender'in elinden birincilik ödülü aldınız. Bize bu yarışmanın lied dünyasındaki öneminden ve bu birinciliğin kariyerinize kattıklarından bahseder misiniz?
Hugo Wolf Lied Yarışması, alanında en büyük olarak gösterilen bir yarışma. 2010 yılında 114 katılımcı arasından birinci seçilmemin ardından Avrupa'da yapılan büyük festivallere davet edildim; oradaki konserlerim çok iyi eleştiriler aldı ve önümüzdeki yıl için de davetler aldım. Beni en çok mutlu eden gelişmelerden biri ise jüri üyelerinden ünlü Hollandalı bas Robert Holl'un yarışmanın ardından benimle konserler vermek istediğini belirtmesiydi. Bu olağanüstü sanatçı ile vereceğim konserlerin ayrıntılarını yakın zamanda dinleyicilerimizle paylaşacağım.
Türkiye'de, bu birinciliğin yanısıra, Fazıl Say'ın bestelediği 'Dört Şarkı'nın dünya prömiyerini üstlenen yorumcu olarak da gündeme geldiniz. Bu şarkıları sahnede yorumlamadan önce sizin cümlelerinizle tanıyabilir miyiz?
Hugo Wolf'u kazanmamın ardından bu yarışmayı çok iyi tanıyan değerli sanatçımız Fazıl Say, spontan bir şekilde benim için bir lied kitabı (liederzyklus) bestelemeye karar verdi. Say'ın, 20'inci yüzyılın büyük Türk şairlerinden Nazım Hikmet ve Turgut Uyar'ın şiirleriyle Avusturyalı şairlerin Almanca şiirlerinin birbirleriyle diyalog halinde olmaları gibi çok orijinal bir fikri vardı. Say, besteci Hans Werner Henze ile beraber yaşayan, dolayısıyla müzikle içiçe olan Ingeborg Bachmann'ın 'Die große Fracht' (Büyük Yük) adlı, etkileyici sahnelerle dolu şiirini ve Rainer Maria Rilke'nin ünlü 'Der Panther' (Panter) şiirini seçti. Bunlar Say'ın çok iyi tanıdığı şiirler. Nazım Hikmet 'Masalların Masalı' adlı şiirinde anlaşılır, yalın kelimeler kullanarak çok etkileyici sahneler ortaya koyabilmiş. Say, şiirlerinde virgül ve nokta kullanmayan Uyar'ın 'Göğe Bakma Durağı' adlı şiirini bestelerken, Uyar'ın bu özelliğini aksak ritimler kullanarak yansıtmış. İki kültürün şiirlerini birbirine bağlayıp onları tek vücut haline getiren Say birçok kültür ve değerden etkilenerek kendisine has, benzersiz bir stil ortaya koyabilmiş. Türkiye'deki dinleyicilerin bu iyi tercüme edilmiş Almanca şiirleri, bu şiirlerin Türkçe şiirlerle sergilediği büyüleyici uyumu ve Say'ın etkileyici bestelerini çok beğeneceğine eminim.
Sahneye birlikte çıkacağınız Szymon Chojnacki'yi Türk dinleyicisi pek tanımıyor. Siz Chojnacki ile daha önce çalıştınız mı? Bize ondan ve yorumculuğundan bahseder misiniz?
Szymon ile beni buluşturan en önemli nokta, benim bir Türk piyanist onun da bir Polonyalı şancı olarak Alman lied sanatına duyduğumuz ortak ilgi. Szymon olağanüstü bir ses; teknik ve metinsel yorumunun yanında, büyük bir spontanlığa sahip. Birlikte yaptığımız provalarda, parçalar hakkında oluşan analiz, düşünce ve yorumlarımızın yanında sahnedeki spontan yorumları, benim müzik anlayışımı çok tatmin ediyor. Szymon'un sahip olduğu bu özellik, bir sanatçının bu meslekte başarılı ve kalıcı olabilmesi için çok önemli bir unsur.
Söyleşi: Serhan Bali