05.02.2015

16 Ocak’ta İşsanat Sahnesi’nde Basel Oda Orkestrası ile verdiği başarılı Beethoven’in 3. Piyano Konçertosu konseriyle izlediğimiz Khatia Buniatsihvili ile ilgili merak edilenler bu röportajımızda yer alıyor.
Hoş röportajımıza hikayenin başlangıcıyla beraber başlamak istiyorum. Piyano çalmaya ne zaman başladınız?
Annem ilk piyano öğretmenimdi, 4 yaşındayken çeşitli parçalar ezberlemeye başladım. 5 yaşıma geldiğimde iki el çalabiliyor ve nota okuyabiliyordum. 6 yaşımda ilk konserimi verdim. Bir oda orkestrasıyla olan ilk konserim çok erken bir yaştaydı. Daha öncesi veya daha sonrası üzerine net şeyler hatırlamıyorum ama sanırım piyano çalmaya 4 yaşımda başladığımı söyleyebilirim.
Piyanoya ilk dokunduğunuzda sizde nasıl bir his ve izlenim bırakmıştı?
Çok küçük yaştaydım ve o yüzden kesin olarak ne hissettiğimi ya da piyanonun bende bıraktığı izlenimi hatırlayamıyorum. Ama o atmosferi hatırlıyorum, odamda yatağımın hemen karşısında piyanomun olduğunu ve yatağımda yattığım yerden kimi zamanlar piyanomu izlediğimi hatırlıyorum. Çok eski bir piyanoydu, hatta bir piyano bile değildi pianino idi, annemin gençliğinden kalma bir piyanoydu ve aslına bakarsanız kötü de bir piyanoydu. Ama o zaman için onun kötü olduğunu bile bilmiyordum, öylesine seviyordum ki ne zaman dışarıda olsam kendimi hep odamda piyanomu çalarken hayal ediyordum.
Piyano çaldığınız süre boyunca size en çok ilham veren kişi kim oldu?
Kesinlikle Martha Argerich. Özellikle kızlar arasında ergenlik döneminde Martha Argerich hayranlığı en üst seviyedeydi, hatta öylesine hayranlık duyuyorduk ki sanki bir Rock yıldızı gibiydi. (Gülüyor) Onun söyledikleri, yaptıkları, konserleri hepsini takip ediyorduk ve bize her anlamda harika ve hayran olunası geliyordu ki benim için hala hayranlık verici bir insandır ve kendisine çok büyük bir hayranlık ve sevgi duyuyorum.
Bir sonraki sorum da idolünüzün olup olmadığıydı ama sanıyorum ki cevabını az önce verdiniz…
Aslına bakarsanız zaman geçtikçe, kendinizi geliştirdikçe ve biraz da büyüdükçe idollere sahip olmuyorsunuz artık. Benim şu an bir idolüm yok, sadece çok değer verdiğim ve çok sevdiğim insanlar var. Martha Argerich benim için daha genç yaşlarımda bir idoldü fakat artık onu klasik müzik dünyasının en önemli isimlerinden biri olarak görüyorum. Benim için ifade ettiği değer çok yüksek. Ayrıca piyanist olarak Rachmaninoff da öyledir; Richter, Horowitz, Gould… Bu listeyi uzatabiliriz tabii ki ayrıca şu an bu insanların ne kadar başarılı olduklarını anlayabilmek ve söylemek biraz daha kolay sonuçta şu an aramızda olmayan insanlardan bahsediyorum, Argerich hariç tabii ki. Fakat bu saydığım insanlar gerçekten çok değerli ve de önemli insanlardır. Hepsine çok derin bir saygı besliyorum.
27 yaşındasınız, ve 27 yaşındaki bir piyanist olarak bulunduğunuz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bana kalırsa 27 yaşındaki bir insan için iyi ve de başarılı bir yerdeyim. Bilmiyorum, halen her gün kendime hayattaki en önemli şeyin ne olduğunu soruyorum. Her gün yalnız olduğunuzu ve sürekli olarak tek başınıza ülke ülke şehir şehir konserler verdiğinizi düşünün. Tek başınasınız ve bu insanın bazı şeyleri sorgulaması için olanak tanıyor. Hayatımdaki en önemli şeyin ailem olduğunu biliyorum, ama ailem için hayatımda yapmam gereken en önemli şey ne, bunu henüz çözebilmiş değilim.
Çeşitli yayınlarda, yazılarda ya da sosyal medyada yapılan yorumlarda ‘Khatia Buniatishvili melankoli ve yalnızlığın bir simgesi’ görüşleriyle karşılaşıyoruz. Bu konu üzerine neler söylemek istersiniz?
Bunlar genellikle farklı insanların görüşleri, ben kendimi hiçbir zaman için melankolik ve yalnız olarak tanımlamadım, hala da tanımlamıyorum. Çünkü sözünü ettiğimiz iki şey herkeste bulunan ve herkesin bir parçası olan şeyler. Belli ki bende biraz daha fazla açığa çıkıyor. Sonuçta sahneye çıkıp piyano çalıyorum ve piyano bir yerde yalnızlığı gerektiren bir enstrüman. Sahnede piyanoyla ikimiz yalnız ve baş başa oluyoruz. Belki insanlar bu yalnızlıktan yola çıkarak bu şekilde tanımlamıştır. Şunu söyleyebilirim ki eğer sadece melankolik bir insan olsaydım yüksek ihtimal bu benim sonum olurdu, dediğim gibi bu benim bir parçam sadece, bütünüm değil. Gülebiliyorum sahne dışında da. (Gülüyor)
Konser piyanisti olarak çok yoğun bir temponuz var, sürekli olarak farklı şehirlerde farklı sahnelerde konserler veriyorsunuz. Boş vaktiniz hiç oluyor mu? Oluyorsa bu boş vakitlerinizde neler yapıyorsunuz?
Açıkçası pek boş vaktim olmuyor, olsa bile öylesine kısa bir zaman dilimi oluyor ki hemencecik bitiyor. Başarı sahibi olmanın en zor yanlarından bir tanesi de sürekli olarak meşgul ve yoğun olmaktır. Çünkü eğer temponuzu yavaşlatırsanız, başarılarınız sekteye uğrar. Her ne kadar zor olsa da zaman içinde alışıyorsunuz ama bu tempoya. Bu yoğunlukta olmanın bana kattığı çok fazla şey var fakat bunlardan en önemlisiyse şu ki yavaş düşünüp yavaş hareket etmeyi bırakıp hızlı düşünüp hızlı hareket etmeyi öğreniyorsunuz. Bir salon dolusu insanın önündesiniz, dinleyici her bir anınızı takip edebiliyor bu yüzden de hızlı olmak zorundasınız, en ufak bir aksamada hızlı düşünüp açığı kapatmak zorundasınız. Bu yüzden bana kattığı çok önemli bir artı vardır yoğun hayata sahip olmamın.
Hobileriniz var mı?
Var, Kimi zaman oyunlar yazıyorum, yazdıklarımı canlandırıyorum, yönetiyorum, çiziyorum. Ya da bazen müzik bazense kayıtlarım üzerine belli fikirler çerçevesinde notlar alıyorum. Hobilerim de aslında işimle uzaktan ya da yakından alakalı olan farklı sanat dallarından oluşmakta.
Hayatınız klasik müzik üzerine kurulu fakat şunu merak ediyorum ki farklı müzikler farklı türler de dinliyor musunuz?
Evet, dinliyorum. Sting’e bayılırım. Müziğini çok seviyorum.
Bu zamana kadar dünyanın dört bir yanında konserler verdiniz ve birçok şehirde bulundunuz. Sizi en çok etkileyen ve size en çok ilham veren şehirler hangileri?
Doğduğum yer olan Batum’u ve büyüdüğüm yer olan Tiflis’i söyleyebilirim. Tabii ki bunlarla eşdeğer olarak Paris, New York, İstanbul ve Tel Aviv. Garip değil mi? (Gülüyor.)
Evet birbirinden çok farklı yerlerdeki şehirler…
Evet öyle ama gezdikçe ve gördükçe sizi kendine çeken birkaç özel yer keşfedebiliyorsunuz, hayatı yaşadığımı ve canlılığa tanık olduğumu düşündüğüm şehirler bunlar.
Herhangi bir konseriniz sırasında hissettiğiniz en özel an neydi?
En sık şunu hissediyorum: Sonsuz özgürlük. Bu çok güzel bir his aslında ama bir o kadar da tehlikeli. Öyle bir şey ki size her şeyi kusursuz da yapabilme imkanı sağlıyor, her şeyi yanlış yapabilme imkanı da sağlıyor. (Gülüyor) Sonsuz özgürlüğü şu şekilde gösterebilirim ki bir ucu muhteşemlik diğer ucuysa delicesine hatalar ve yanlışlar yaptırabilecek kötü bir canavar.
En beğendiğiniz favori müzisyeniniz kim?
KB:Müzisyenden kastınız nedir?
Farklı türlerden ve müziklerden olmak üzere, en beğendiğiniz piyanist, besteci, keman virtüozu gibi…
Bu çok zor bir soru çünkü çok fazla var. Ama şunu söyleyebilirim ki sanatçılar arasında bana göre hiçbir zaman en iyisi yoktur, çünkü her sanatçıda bir diğerinde olmayan başka bir şey bulabilirsiniz ve bu şartlarda aralarından bir tane en iyi seçmek imkansızdır. Herkes farklıdır, ben de çeşitliliği severim ve bu yüzden bu soru için net bir cevabım yok maalesef.
Kimi zaman çeşitli internet sitelerinde veya sosyal medyada sizi kardeşiniz Gvantsa ile sahnede görüyoruz. Kardeşinizle konser verme fikri nasıl ortaya çıktı?
Aslına bakarsanız öyle bir fikir hiçbir zaman ortaya çıkmadı ki, bu son derece normal bir şey bana kalırsa. İkimiz de piyanistiz ikimizin hiçbir farkı yok neden beraber çalmayalım? Küçüklüğümüzde ikimiz de piyanoya başladığımız zamanlardan beri dört el çaldığımız oluyordu zaten.
Favori bestecileriniz kimler?
Cevaplaması zor sorulardan bir tane daha… (Gülüyor) Açıkçası biraz önce dediğim gibi her bestecide çok farklı özgünlükler var o yüzden en iyi veya en favori seçmek çok zor. Fakat dinlerken büyük haz aldığım bir tane eseri söyleyebilirim ki o da Mozart’ın Requiem’i.
Peki kendinizi en yakın hissettiğiniz besteci kim?
Çalarken kendimi en çok Liszt’e yakın hissediyorum. Liszt ile aramda çok garip bir bağ olduğuna inanıyorum. Giydiğiniz elbisenin size tam oturması kadar doğru ve tam geliyor Liszt çalmak bana göre. Fakat dinlerken çok fazla var, bu benim o anki halime ve moduma bağlı olarak değişiyor. Ama bazen de sadece sessizlik arıyor insan, kimi zaman sadece sessizliği dinlemek hoşuma gidiyor.
Özel olarak çalmayı çok sevdiğiniz bir eser var mı?
Tabii ki de var. Handel’in Sol Minör Minüet’i var.
Çalmayı en çok sevdiğiniz form hangisi peki?
Sonatları seviyorum özellikle Liszt’in Piyano Sonatı’nı. Çünkü tek bölümden oluşan ayrılmaz bir bütünlükte bir sonat. Başlangıçtan bitişe kadar tek bir bölüm var ve bütün olup biten bu tek bölüm içinde yer alıyor. Bu tür eserler çok hoşuma gidiyor, birçok parçadan oluşmuş birleşik bütünler…
Favori konçertolarınıza gelelim. Konçertolar piyano literatürünün olmazsa olmazları ve her piyanistin özel hissettiği konçertolar vardır. Sizin özelleriniz hangileri?
Brahms’ın iki konçertosunu ve Chopin’in iki konçertosunu çok seviyorum. Öylesine çok fazla var ki söylemek istediğim… Bir de unutmadan Mozart’ın 24. Piyano Konçertosu’nu çok seviyorum.
Albüm çalışmalarınızdan biraz bahsetmek ister misiniz?
Yeni bir albüm geliyor tabii ki fakat bu konu hakkında bilgi vermem konusunda yetki sahibi değilim.
Peki geçmiş albümlerinizden bahsedelim, mesela son çıkan albümünüzün adı ‘Motherland’ idi. Bunun özel bir anlamı var mı?
Evet. Her şeyden önce bu albümü anneme ithaf ettim, bu benim ona hediyem. Ayırca Motherland (İngilizce’de doğulan ülke ve memleket anlamında kullanılır) benim doğduğum ülke. Şöyle bir şey de var ki Mother ve Land kelimelerini ayrı düşünmedim. (İngilizce’de mother anne, land yer anlamına gelmektedir.) İki kelimeyi beraber kullandım çünkü benim için beraberlikleri dünyayı ve doğayı simgeliyor. Anne ve doğa, sanki dünya bir annenin içindeymiş gibi... Kadını doğanın, bereketin ve varlığın simgesi olarak kullandım.
Peki hayranlarınız konusunda neler düşünüyorsunuz? Dünyanın dört bir yanından sayısı yüz binlere ulaşan bir hayran kitleniz var. Bu yüksek rakam sizi korkutmuyor mu?
Hayır ama başlangıçta bu durumu kontrol edemeyeceğimi düşüyordum çünkü normal bir insanın çevresinde ailesi ve arkadaşları bulunur. Normalde bu böyledir. Fakat benim hayatımda ailem, arkadaşlarım ve de benim tanımadığım ama beni tanıyan insanlar var. Kimisi iyi kimisi de kötü yorumlarla sosyal medyada karşıma çıkıyor, tabii ki herkesin her şeyi sevmesi ya da beğenmesi gibi bir koşul yok demokratik bir dünyada yaşıyoruz sonuçta bunlar son derece doğal ve normal şeyler. Ama başlangıçta hayatınızdaki her şeyi kontrol etmeniz gerekiyormuş gibi hissediyorsunuz. Aynı anda sayısını bile sayamadığınız insanlardan sizinle ilgili yorumlar, eleştiriler ve sizin paylaşmadığınız bilgiler önünüze seriliyor. İlk başlarda ‘İnanamıyorum bu bir felaket mi nasıl başa çıkacağım!?’ dediğimi hatırlıyorum fakat bu ünlü olmanın getirdiği bir şey, insanların istediklerini düşünme özgürlüğü var ve bunu kullanıyorlar, alışıyorsunuz.
İstanbul’u nasıl buldunuz? Daha öncesinde de İstanbul’da bulunmuştunuz ve konserleriniz olmuştu, İstanbul üzerine neler düşünüyorsunuz?
İstanbul’u gerçekten çok seviyorum, (Gülerek) şu an İstanbul’dayım ve röportaj veriyorum diye değil ama… İstanbul benim için… Romantik kelimesini kullanmayı pek sevmiyorum çünkü öylesine boş şeylerde bile kullanılıyor ki. Gerçekten çiğ anlamını kast etmeksizin söylüyorum ki İstanbul çok romantik bir şehir. Öyle bir şehir ki daha öncesinde yaşamadığınız ve bilmediğiniz güzel duyguları hissedebiliyorsunuz buradayken. İçinde yaşam var. Tarihi dokusundaki yaşanmışlık izlerini hissedebiliyorsunuz. Tarihi dokusu çok yoğun olan birçok şehir var fakat ben bu zamana kadar İstanbul’un tarihi dokusu gibi hala hayatta ve dimdik duran bir dokuyla karşılaşmadım. İstanbul’da yaşamak diye bir şey nasıl bilmiyorum çünkü ben İstanbul’u yaşamak diye bir şeyin var olduğuna inanıyorum.
Söyleşi: Utku Geçgel