HABER

Yüce yaratıcı, bana Vivaldi'yi göster!

21.08.2019


Paylaş:

İnsanlık tarihi boyunca anlatılan efsaneler olmuştur. Bu efsanelere tutkuyla bağlanan nesiller mucizelere inanmaya başlamışlar ve olağanüstü şeylerin gerçekleşmesi beklentisiyle yaşayıp gitmişlerdir. Gerek Batı gerekse Doğu kültüründe karşılaştığımız bu mucize beklentileri bugünlerin gerilim ve korku filmlerinin kaynağını oluştururlar: Drakula, Uçan Hollandalı, iblisler, gökyüzünde uçan varlıklar, ölülerin ruhlarının dolaşması gibi başlıklar her kültürde anlatılan şeylerdir. Anadolu kültüründe yaşayan bizler ise çocukluğumuzdan itibaren üç harfli diye tabir edilen cinleri dinleyerek büyüdük. Buna ilişkin ne hikâyeler var diye öğrenmek adına Anadolu’da bir tur yapacak olsak özellikle köy ve kasabalarda kulaklarımıza inanamayacağımız şeyler anlatan insanlarla karşılaşırız. “Bu yazı nasıl Antonio Vivaldi’ye bağlanacak? ” diye merak ediyorsunuz, farkındayım. Vivaldi’den önce Wolfgang Amadeus Mozart’a bağlanacak desem beklentiniz muhtemelen daha da artacaktır.    

Bana göre mucize aramak için çıplak gözle bir şeye şahit olmamız gerekmiyor. Bizzat rüyaların kendisi uyku hâlindeyken bize fantastik bir dünya sunuyor. Rüya görebildiğimiz için çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Rutin hayatımızdan başka bir boyuta gidip aklımızın alamayacağı maceralara atılıyoruz. Bu rüyalar ilgi alanımızla da bağlantılı oluyor elbette. Klasik müzik dünyasının içinde olan sanatçılar verdikleri söyleşilerde rüyalarında bestecileri gördüklerini ve eserlerini dinlediklerini anlatıyorlar. Bunları basitçe bilinçaltının yansıması olarak açıklamak mümkün ama bizzat kendi yaşadığım bir rüya macerasından sonra bunun çok başka bir boyut olduğunu düşünmeye başladım.    

Mozart ile burun buruna  

Annemin karnından beri klasik müzik dinleyen bir kişiyim. Askerde nöbet tutarken bile konçertolar ve senfoniler mırıldanırdım. Hayatımın her alanında, alıp verdiğim her nefeste klasik müzik var diyebilirim. İşte bu anlattığım ruh hâlimle bir gece uykuya daldım: Kalabalık bir salonda duvara film yansıtılmış. Film, insan gözünün yapısıyla alakalı bir belgesel. Masmavi bir göze yakınlaşıyor kamera. Göz bebeğinin derinliklerine kadar inmeye başlıyor görüntü. Mavi göz beni içine çekiyor ve sanki bir uçurumdan denize yaklaşırcasına aşağı düşüyorum. Tahmin ettiğim şey doğru evet gerçekten deniz var aşağıda. Filmdeki göz başka bir kapıya açılan köprü görevi görmüş. Kafa üstü denize çakılıyorum. Öyle bir şiddetle düşüyorum ki, denizin dibine varıyorum ve yüzeye çıkmak için büyük çaba sarf ediyorum. Kafamı sudan dışarı çıkardığımda Venedik şehrinde buluyorum kendimi. Vakit gece. Şehir ışıl ışıl. Bir gondol görüyorum ve yardım istemek için gondola doğru yüzüyorum. Gondolun kenarını tutup çıkıyorum ve maestro ile burun buruna geliyorum: Wolfgang Amadeus Mozart. Ufak tefek bir adam. Gözleri büyükçe. Gençlik yıllarını resmeden tablosundaki gri-beyaz peruk yerine bu kez siyak bir peruk takmayı tercih etmiş. Uzun uzun bakışıyoruz ve sonra tekrar denize düşüyorum. Deniz motoru ile turuncu kıyafetler giyen bir ekip yaklaşıyor. Yardım istemek için elimi kaldırıyorum. Ekipten biri kaldırdığım elime bir cihaz ile iğne atıyor ve bayılıyorum. Uyandığımda (rüya devam ediyor, rüya içinde başka bir mekânda uyanıyorum) klasik mobilyaların olduğu bir salonun koltuğunda yatar hâlde buluyorum kendimi. Salona giren heyet: “Mozart konusunda daha fazla bilgi edinmen lazım. Henüz hazır değilsin” diyorlar ve bu kez gerçekten uyanıyorum. Uyandıktan sonra kendime gelmem oldukça uzun sürdü.    

“Bak işte Napolyon!”  

Tam manasıyla bir barok müzik hayranıyım. “Keşke o dönemde yaşasaydım” diye içinden geçiren, o dönemin kıyafetlerini ve kültürünü hayranlıkla araştırmaya çalışan biriyim. Bu hayranlığın en büyük sebeplerinden biri de Antonio Vivaldi. Odamda dahi kendisinin ve Venedik şehrinin resmi asılıdır. Onunla oturup konuşmak, keman çalışını canlı dinlemek ve Venedik şehrinin içindeki ufak köprülerde nasıl koşturduğuna şahit olabilmeyi çok isterdim. Onu bir gün canlı olarak görebilmeyi umuyorum. Bunun imkânsız olduğunu düşünmüyorum. Neden mi? Bu sorunun cevabı için anneannemin yaşadığı Napolyon macerasını anlatmam gerekiyor. Ben henüz dünyada yokum. Anneannem, kardeşi ve annem ile birlikte Paris’i ziyaret ediyorlar. Şehrin klasikleşen noktalarını gezerken nihayetinde Napolyon Bonaparte’nin mezarının bulunduğu Saint Jerome Şapeli’ne giriyorlar. Anneannem mezardan ve atmosferden o kadar etkileniyor ki hipnoz olmuş gibi dalgınlaşıyor ve hayranlıkla Napolyon ve dönemini düşünüyor. Şapelden çıktıktan sonra bir kafeye gidiyorlar. Anneannem oturdukları yerin karşısındaki masada bir anda uzun çizmeli, kısa boylu ve gösterişli kıyafetliyle Napolyon’un oturduğunu görüyor. Dili tutulmuş gibi kalakalıyor. Masadakilere sesi titreyerek ve gerilimli bir şekilde sessizce “Bakın Napolyon” derken bir saniyeliğine kafasını onlara çeviriyor. Başını tekrar Napolyon’un oturduğu yere çevirdiğinde bomboş bir sandalye ile karşılaşıyor.    

Bu olayı hayranlıkla dinleyen benim umutlanmamı bir hayal edin. Vivaldi’yi canlı görmek aslında olmayacak bir şey değilmiş. Tek yapmam gereken öldüğü şehir Viyana’ya gidip Napolyon mucizesinin gerçekleşmesi için yaratıcıya dua etmek. Öldüğünde kimsesizler mezarlığına gömülen ve mezarının yeri belli olmayan Vivaldi’yi görmek elbette yeri yurdu belli olan Napolyon’u görmek kadar kolay olmayacaktır ama neden umut etmeyecekmişim ki? Tarih boyunca insanların mucize beklediği gibi ben de beklerim: “Ey yüce yaratıcı, anneanneme Napolyon’u gösterdiğin gibi bana da Vivaldi’yi göster.”    

Volkan Işılay

BENZER HABERLER

    YORUMLAR


    Akçaağaç Sok. Görhan Apt. No: 1/1A Acıbadem Üsküdar / İSTANBUL | T: 0532 343 9328 | F: 0216 326 39 20