08.01.2020
Los Angeles’ta yaşayan ve Disney’in akapella grubu DCappella’nın yardımcı müzik direktörlüğünü yürüten başarılı film müziği bestecisi Esin Aydıngöz’le söyleştik.
Film müziği bestelemek nasıl bir duygu? Diğer besteleme çalışmalarınızdan farkı ne?
Film müziği bestelemek ve kocaman bir ekibin uzaktan da olsa bir parçası olabilmek harika bir duygu! Günlerce stüdyonuzdan çıkmadan çalışsanız bile gene de her saniyesinden keyif alabiliyorsunuz! Çalıştığınız her film yepyeni bir yolculuk zaten. Hem yönetmenler ve iletişimde bulunduğunuz insanlar değiştiği için hem de farklı tür projelere yazdığınız ve dolayısıyla kullandığınız sesler bambaşka olduğu için. İnanılmaz dokunaklı bir filmi müziksiz izlediğinizde muhtemelen ağlamazsınız, ama işin içine müzik girince duygular çok daha tutkulu bir hâle geliyor.
Film müziğinin diğer besteleme çalışmalarımdan en büyük farkı beraberinde getirdiği sınırlandırmaların getirdiği kolaylık. Mesela bir konser için beste yapmam gerekse ya da kendi albümüm için konsept belirlemem gerekse, günlerce düşünürüm konu ne olsun, hangi enstrümanlar çalsın, ne uzunlukta olsun, mutlu mu olsun, mutsuz mu olsun… Filme yazarken zaten film size söylüyor ne yazmanız gerektiğini! O yüzden fikirlerinizin içinde kaybolmuyor, daha çabuk karar verebiliyorsunuz. Stüdyonun, yönetmenin, yapımcının ve hikâyenin getirdiği kısıtlamalar ve birikiminiz ışığında hızlıca ilerliyor her şey.
Tüm sanatsal faaliyetlerinizin yanı sıra merkezi Los Angeles’ta bulunan Kadın Film Müzikleri Bestecileri Birliğinin (AWFC) yönetim kurulunda görev alıyorsunuz. Sizce kadın bestecilerin film müziklerine farklı açıdan sundukları neler?
Günümüzde hâlâ çoğu alanda mesleki cinsiyet eşitliği yok maalesef ve buna film müziği de dahil. Oysa film de müzik de duygularla ortaya konulan işler ve bu yüzden özellikle kadınların çok başarılı olabilecekleri alanlar çünkü kadınlar genelde duygularıyla daha barışık oluyorlar. Önemli olan filmi, yönetmeni ve yönetmenin vizyonunu algılayabilmek zaten ve bu gene kadınların iyi olduğu bir alan, çünkü empati kurmayı ve her şeyi en ufak detayına kadar incelemeyi pek seviyoruz.
Her insan, kadın ya da erkek oluşundan bağımsız olarak kendi hikâyesini, kendi estetik değerlerini, kendi kültürünü anlatıyor yaptığı her şeyle ve tabii müzikte de bu böyle, ama kelimeler yerine melodilerle! Aynı film sahnesini 50 farklı eğitimli ya da deneyimli besteciye verin, eminim izlemekten keyif alacağınız ama cinsiyet olarak ayırt edemeyeceğiniz 50 farklı sonuç çıkar ortaya.
Soma’da babalarını kaybeden çocuklar için Bir Gökyüzü Düşün isimli orkestralı balladı yazdınız ve şarkıyı Alize’nin sesi için yeniden düzenlediniz. Sizce sanatçının sosyal sorumlulukları neler olmalıdır?
Sanatçının sosyal sorumluluğu yeteneğiyle toplumu düşündürmek, motive etmek ve pozitif bir iz bırakmak olmalı. Ama bu tabii sürekli görev olarak algılanabilecek bir şey değil, içinizden gelmesi lazım. Bazen öyle olaylar yaşanıyor ve bu olaylar karşısında kendinizi o kadar çaresiz hissediyorsunuz ki yaşadığınız üzüntü, korku veya öfke anında bir esere dönüşüyor.
Lise döneminizden itibaren müzik yarışmalarında en iyi beste dalında ödüller aldığınızı biliyoruz. Sizce yarışmaların bir bestecinin kariyerindeki önemi nedir?
Yarışmaların benim için en büyük önemi süreç sayesinde müzisyen olma rüyamın gerçekçi bir hayal olduğunu fark etmem oldu! Hem kendimi kendime kanıtlamam hem de bu işi profesyonel olarak yapan insanların eserlerime değer vermesi açısından. Ben Saint Joseph Fransız Lisesi’nde öğrenciyken okulumuzda müzik dersi ya da okul orkestrası yoktu. Yarışmalara katılmak istediğimde müdür yardımcımızdan izin alıp sınıfları kapı kapı gezip “Keman çalan bir öğrenci var mı bu sınıfta? Peki ya viyolonsel?” diye sormam ve kendi orkestramı kurup onlara prova yaptırmam gerekirdi! Hem söz yazarıydım hem besteci hem aranjör hem piyanist hem de müzik direktörü! Lider olmayı ve hayırı cevap olarak kabul etmemeyi öğrendim. Çevremdeki kimse benim kadar tutkulu değildi, ama ben hepimize yetecek kadar tutkuluydum! Viyolonsel çalmamama rağmen, arkadaşımın enstrümanının tellerinin Do Sol Re La yerine Do Re Re La olduğunu fark etmiştim mesela. Sürekli önümüze yeni bir engel çıkıyordu ama bir şekilde bir yol buluyordum. Bir şeyler başardıkça müziği daha da çok seviyordum. Yarışmalar için kendi küçük orkestramla prova yapmak evde tek başıma yedi saat piyano çalmaktan daha keyifliydi. Küçük yaştan itibaren klasik piyano eğitimi görmeme ve konservatuvarda tam zamanlı programa geçmem önerilmesine rağmen asla müzisyen olmak istemiyordum, ama beste yapıp da bestelerim başarılı olunca her şey değişti.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde yarı zamanlı klasik piyano eğitimi aldınız. Bu eğitim bestecilik yönünüzü ne şekilde etkiledi?
Bu eğitimin önemini kelimelerle anlatamam. Ağaç gerçekten yaşken eğiliyormuş! Müzik bir dil gibi. Düşünmeden konuşabilmeniz için yıllarca bu dili konuşmanız gerekiyor. Konservatuvarda piyano, solfej ve müzik teorisi öğrendiğim için, Berklee’ye başladığımda ben zaten yıllardır bu dili konuşuyordum, o yüzden hiç zorluk çekmedim.
Klasik piyano eğitimimin en büyük avantajı bir besteci için piyanonun en ideal enstrüman olması; çünkü hem çok geniş bir ses aralığını kapsıyor hem de notalar görsel olarak her an önünüzde. Zaten piyanoya baktığımda bir orkestra görüyorum artık! Piyano eğitimimin bir de dezavantajı var tabii… Beni etkileyen parçalar virtüozik olduğu için kendim de teknik olarak zorlu eserler yazmayı seviyorum ve kendi kendime çalmak çok keyifli olsa da canlı çalarken soğuk terler döküyorum.
Berklee College of Music’ten mezun oldunuz. Türkiye’de de müzik eğitimi almış bir isim olarak her iki ülkedeki müzik eğitimini nasıl kıyaslarsınız? Bu yurtdışı deneyiminin size nasıl katkıları oldu?
Berklee’de tabii çok renkli bir hayat var. Dünyanın dört bir yanından gelen 4000’in üzerinde öğrenci ve size daha okula girdiğiniz ilk günden itibaren akranınız, arkadaşınız, hatta meslektaşınızmış gibi davranan yüzlerce öğretmen!
Türkiye’deki eğitimim sırasında çalmam ve ezberlemem gereken ciddi bir program vardı. O dönemler işin performans boyutunda olduğum ve çaldığım her eser solo piyano eseri olduğu için her cümlenin nasıl çalınması, hangi notanın vurgulanması, bağlanması, yumuşatılması gerektiğiyle ilgili çok detaylı analizler yapıyorduk. Notalarım kendi notlarımdan ve öğretmenlerimin işaretlerinden oluşan kübist tablolara benziyordu. Berklee’de ise performans anlamında daha çok caz ağırlıklı ve doğaçlamaya yönelen bir eğitim var. Benim kübist tabloların yerini Real Book’tan fotokopi çekilmiş tek sayfalık sırf sağ elimin ne yapması gerektiğini içeren notalar alınca biraz dehşete kapıldım ister istemez. Ama müziğin sadece piyanodan ibaret olmadığını görmüş oldum, başkalarıyla çalarken çalmak kadar dinlememin ve gerektiğinde geri planda kalabilmenin de önemli olduğunu öğrendim. Klasik çalmayı çok sevsem de bir orkestrayla veya bir grupla çalmanın hafifliği bambaşka. İnsan solo çalarken biraz panik oluyor bütün dikkat kendi üstünde olduğu için. Oysa başkalarıyla çalmak tam bir parti hâli.
Berklee’nin bir başka güzel yanı ise sizi tek bir alanda profesyonelleştirmek yerine her açıdan donanımlı bir müzisyene dönüştürmesi ve asla kalıplara sokmaması. Film müziği ve bestecilik konularında iki farklı anadal, müzikal tiyatro besteciliğiyle ilgili de bir yandal bitirdim. Bölümlerim kompozisyon ağırlıklı olmasına rağmen şeflik, müzik direktörlüğü, aranjörlük, şarkı sözü yazarlığı gibi diğer alanlarda da eğitim alarak kendimi geliştirebildim. Hammond org da çaldım, rock grubunda klavye de, müzikallerde piyano da! Kendimi asla Berklee’deki kadar özgür ya da Berklee’deki kadar evimde hissetmedim.
Disney’in akapella grubu DCappella’nın yardımcı müzik direktörüsünüz. Biraz bundan bahsedebilir misiniz?
DCappella yedi vokalistten oluşan ve sadece insan sesiyle harikalar yaratan genç bir müzik grubu. Repertuvarları Disney’in farklı dönemlerindeki çeşitli film ve serilerinden hepimizin bildiği ve çok sevdiği şarkılardan ve hatta birkaç tane de orkestral eserden oluşuyor. Bu muhteşem yetenekler sesleriyle davul, gitar, trompet gibi pek çok enstrümanı taklit edebiliyorlar. Spotify’dan, YouTube’dan veya herhangi bir uluslararası dijital platformdan dinleyebilirsiniz. Şimdiye kadar yalnızca Amerika’da ve Japonya’da turneye çıktılar ama umuyorum ki en kısa zamanda Avrupa’ya ve hatta Türkiye’ye de gelirler.
Ben başta grubun kurucusu, müzik direktörü ve aranjörü olan Deke Sharon’a asistanlık yapıyordum, sonra zamanla yardımcı müzik direktörü oldum. Vokalistler farklı şehirlerde yaşadıkları ve bir araya geldiklerinde çok yoğun bir programları olduğu için provaları etkin kullanabilmemiz bizim için çok önemli. Bu yüzden önceden çalışabilsinler diye onlara ses kayıtları hazırlıyorum. Bunun dışında Deke şehir dışında olduğunda provaları yönetiyorum ve konserlerde video ve müzik senkronizasyonunun doğru olabilmesi için önceden ayarlamalar yapıyorum. Kendimi bildim bileli en büyük hayalim Disney’le çalışmaktı, o yüzden iki yıldır beraber çalışmamıza rağmen hâlâ ne kadar şanslı olduğuma inanamıyorum.
Gösteri dünyasının diğer alanlarında da çalışma olanağı buluyor musunuz?
Evet! Los Angeles’ta bulunan Morgan Wixson Tiyatrosu’nda müzik direktörlüğü yapıyorum. Hatta ilkbaharda sergilediğimiz Little Shop of Horrors müzikalinde küçük bir de yan rol almıştım. Bu yıl ikincisi düzenlenen Hollywood Türk Filmleri Festivali’nin kapanış gecesinin tüm müzik organizasyonunu ben yaptım. Bunların dışında Los Angeles’in ve California’nın en önemli konser mekânlarından biri olan Hollywood Bowl’daki etkinliklerde yapımcılarla, teknik ekiple ve sanatçılarla çalışıyorum. Bu mekânda Disney’in Güzel ve Çirkin, Küçük Deniz Kızı, Coco ve Noel Gecesi Kâbusu şovlarında çalıştım. Ayrıca Paramount Pictures’in Elton John’ın hayatını konu alan ve Elton John ile filmde kendisini canlandıran Taron Egerton’un da solist olarak katıldıkları The Rocketman konserinde de görev aldım. Disney Plus ve Hallmark’ın bazı film ve web serileri için piyano çaldım ve gene piyanist olarak sette çalıştığım küçük projelerde yan roller aldım. Özetle bu tür etkinlikler için çok ideal bir şehirdeyim ve bunun da sonuna kadar tadını çıkarıyorum.
Berna Başaran